31 Mayıs 2012 Perşembe

YAKIŞIR OĞLUMUZA

Babası başbakan olduğu yıllarda o'nu bir işadamı, hayrına ABD'de okutuyordu. Olsun !..
Birkaç yıl önce ABD başkanı BUSH o'na Dünya Bankasında iş bulmuştu. Olsun !..
Evvelce evi, arabası falan yoktu.Şimdi trilyonluk evleri, arabaları hatta gemicikleri var.Olsun !..
Aşağıdaki gibi bir ''bakkal dükkanına'' ihtiyacı vardı, Allah onu da verdi !..

OLSUN, YAKIŞIR OĞLUMUZA !..
Babasının televizyonlara çıkıp :
''Mahallelerdeki bakkal dükkanlarını kapatın'' demesinin sebebi şimdi anlaşılıyor.
---------------------------------------------
(Tezgah böyle hazırlanır. )
YAKIŞIRRRR BEEE !.. Kimin oğlu o !..

BİM marketlerini Başbakanın 28 yaşındaki oğlu aldı.

Bakkallar kapanıyor,
Bildiğimiz gibi ilaçlar da artık, marketlerde de satılacak.

Tabi her markette değil. Şimdilik sadece BİM Marketlerinde.

Bugünkü bu görüntünün temelleri taa iki yıl öncesinden atılmaya başlanmıştı.
Bildiğimiz gibi 2-3 yıl öncesi itibariyle BİM marketleri bu kadar yoğun değildi.

Ama, Bugün 30 bin nüfuslu küçük bir ilçede bile, 6-7 bazılarında 8-9 şubesi olan BİM marketleri, bu ilaç paradigmasının uzantısı olarak çoğaltılması işlemi şuurlu şekilde gerçekleşti.

Bildiğimiz gibi Cüneyd Zapsu denen biri BİM hisselerini sattı ve bu satış akabinde en büyük payı

Sayın Başbakanın 28 yaşındaki oğlu aldı.

Hani şu 26 yaşında 13 tane şirketin CEO sunu yapabilecek beceri ve kapasite(!)deki oğlu...

Ve bunun diğer temelleri hükümet ile Eczacılar arasında bir ay öncesinde yaklaşık 2000 kalem ilaç üzerinde fiyat anlaşmazlığı yüzünden çıkan sonuçta atıldı.

Mahalle bakkallarıda teker teker kapatlıyor. Vergi indirimi, Kredi, Af , YOOOKKK onlara.

Veeeeeeeeee, ne diyelim, (Tezgah böyle hazırlanır. )

Vatana Millete Hayırlı Uğurlu Olsun .......

Şimdi biliyon dimi,

BİM e verdiğin her kuruş, Erdoğan ailesinin cebine giriyor.

2.NOT AŞAĞIDA OKUYUN LÜTFEN…………….

Rakı, Amerikalı'nın.

Finansbank Yunanlı'nın ...

Oyakbank Hollandalı'nın.

Denizbank Belçikalı'nın.

Türkiye Finans Kuveytli'nin.

TEB Fransız'ın.

Cbank İsrailli'nin.

MNG Bank Lübnanlı'nın.

Alternatif Bank Yunanlı'nın.

Dışbank Hollandalı'nın.

Şekerbank Kazak'ın.

Yapı Kredi'nin yarısı İtalyan'ın.

Turkcell'in yarısı Finli'nin Rus'un.

Beymen'in yarısı Amerikalı'nın.

Enerjisa'nın yar ısı Avusturyalı'nı n.

Garanti'nin yarısı Amerikalı'nın.

Eczacıbaşı İlaç, Çek'in.

İzocam, Fransız'ın.

TGRT (Fox) Amerikalı'nın.

Demirdöküm Alman'ın.

Döktaş Fransız'ın.

Süper FM Kanadalı'nın.

Hepsi TÜRKtü.

Sadece 4,5 yıl önce.
Çok önemli ....

B O R

ASIL DEĞERİ 9 (DOKUZ) trilyon DOLAR DIKKAT 9 MILYAR VEYA

9 MİLYON DEGIL

9 trilyon DOLAR ...

ABD SADECE 40 KIRK MİLYON dolara KAPATACAK.

YAZIKLAR OLSUN ....

KAPTIRANA, verene SUSUP SEYREDENE ... .

Hepinizin Bildiği GİBİ ETİBANK öZELLESTİRİLECEK. .
(VE ALICISI AMERIKA :-)

VE BOR İŞLETMELERİ ETİBANK bünyesinde.

Konulan FİYAT 40 MİLYON $.


Yaşadığın
DÜNYAYI SORGULAYAMIYORSAN,

BARİ ÜLKENİ SORGULA .....

Bu yazıyı paylaşarak en azından
bir toplum bilinci oluşmasına yardim edebiliriz .. .

18 Mayıs 2012 Cuma

18 Mayıs 1944 Unutulmayacak !

Yaşadığımız günlerde Avrupa ülkelerinde çeşitli politik düşüncelerle Soykırım üzerine geniş eğilimler olduğunu gözlemlemekteyiz.
Bazı Avrupa ülkeleri veya politik kurumları ve şahıslar kendi vicdanlarını rahatlatma amacıyla hareket ederken mensupları oldukları toplumların tarihlerini gözardı etmektedirler.
Unutulmamalı ki; Sadece 1. dünya savaşı değil, 2. Dünya Savaşı da büyük soykırımlarına sahne olmuş, bir sürü millet ve halk soykırıma maruz kalmışlardır.
Nazi Almanyası'nın soykırımına maruz kalan Yahudiler ve Çingeneler dışında da Sovyetler Birliğinin soykırıma uğrattığı milletler nedense gündeme getirilmemektedir .
Almanlarla savaşta olması sebebiyle Sovyetler Birliği sınırları içinde yaşayan Alman asıllıların dışında 8 Ekim 1943 tarihli SSCB YSP kararnamesiyle toplam 93.139 Kalmuk Türkü Altay, Krasnoyarsk, Omsk ve Novosibirsk bölgelerindeki özel iskan alanlarına sürgün edilmiştir. 2 Kasım 1943'te ise toplam 69.267 Karaçay Türkü vatanlarından zorla çıkartılmıştır.
Bütün bu toplulukların sürgüne gönderilme gerekçesi hemen hemen aynıdır: Almanlarla işbirliği yapmak veya onlara karşı gerektiği gibi mukavemet etmemek.
Oysa Alman işgaline hiç maruz kalmayan ve onlarla herhangi bir teması bulunmayan Çeçen-Inguşlar da Stalin döneminin bu acı siyasetinden nasibini almışlardır. Bu uygulama sonucu binlerce Çeçen-Inguş, 23 Şubat 1943'te başlayan bir operasyonla vatanlarından zorla çıkarılarak Kazakistan ve Kırgızistan'ın çeşitli bölgelerine sürülmüşlerdir.
18 Mayıs 1944 tarihi de bu insanlık ayıbının yaşandığı tarihlerden biridir ve Kırım Tatar Türkleri bu tarihte Ikinci Dünya Savaşı sırasında Almanlara yardım ettikleri gerekçesiyle vatanlarından topyekün sürgüne maruz kalmışlar, bu sürgün sırasında da büyük bir soykırım yaşamışlardır.
Sovyet liderlerinden Beria'nın 10 Mayıs 1944'te Sovyet devlet başkanı Stalin'den, Kırım Türklerinin Sovyet halkına karşı "ihanet ettiği" göz önüne alınarak, bütün Kırım Türklerinin Kırım bölgesinden çıkarılması hususunda Devlet Güvenlik Komitesi (GKO)'nin onayını talep etmesini müteakip 11 Mayıs 1944 stalin imzalı GKO'nin 5859 sayılı "çok gizli" kararnamesiyle Sovyet Yönetimi Kırım'da yaşayan tüm Kırım Türklerinin vatanlarından sürgününe karar vermişti.
Söz konusu kararname ile, sürgün edilecek olanların beraberlerinde kendi özel eşyalarını, elbiselerini, günlük demirbaş eşyalarını ve aile başına 500 kg erzak almalarına izin veriliyordu.
Kırım Türklerini sürmekle görevlendirilen askerlerin taşkınlıkları o derece artmıştı ki, yaşlı kadınları, acıdan çılgına dönenleri kaçmaları için serbest bırakmışlar, sonra da arkalarından kurşun yağdırmışlardı.
Hayvan vagonları ile sürgüne gönderilen Kırım Türklerinin sürgününün yolda geçen safhası, Kırım Türkleri açısından unutulması güç hadiselerin cereyan ettiği bir tablo ortaya koymaktadır.
Tıka basa vagonlara doldurulan halk, günlerce aç-susuz bir şekilde, en temel ihtiyaçlarını gideremeden, sonunun ne olacağını bilmediği bir seyahate çıkmıştı. Yol boyunca bir çok insan hastalanmış, özellikle yaşlılar ve çocuklar açlığa, susuzluğa, vagonların havasızlığına dayanamayarak hayatını kaybetmişlerdi. Ölenler durulan ilk yerde vagonlardan indirilmiş ve defnedilmelerine müsaade edilmeden yol kenarlarına bırakılmıştı. Bu şekilde yol boyunca ne kadar Kırım Türkünün öldüğü bilinmemektedir.
Geri kalanlar da sürüldükleri Özbekistan ve Kazakistan'da çoğunlukla fabrika ve işletmelerin bulunduğu köy ve kasabalara yerleştirildiler. Kırım Türkleri buralarda uzun bir müddet son derece ağır şartlar altında yaşadılar. Günlerce, haftalarca at ahırlarında, kuru toprak üzerinde, hatta kazdıkları çukurlarda yaşamaya çalışarak hayatta kalma mücadelesi verdiler. Son derece çetin olduğu görülen bu hayat şartları, Kırım Türkleri arasında oldukça ciddi boyutlara varan can kayıplarına neden oldu.
Sürgünden yıllar sonra bizzat Kırım Türkleri tarafından yapılan nüfus sayımı sonucunda ortaya çıkan tablo, yol boyunca ve yerleşim yerlerine vardıktan sonra geçen birkaç yıl içinde açlık ve hastalıktan ölen Kırım Türklerinin mevcudunu gözler önüne sermektedir. Buna göre, sürgüne gönderilenler arasında bulunan 112.700 çocuktan 60.034'ü, 93.200 kadından 40.085'i, 32.600 erkekten 12.061'i hayatını kaybetmiştir. Bu sürülen bütün halkın %46.2'sı, diğer bir ifade ile halkın neredeyse yarısı demekti.
Sovyet kayıtlarına göre Kırım'da 218 bin Kırım Türkü yaşadığı kaydedilmişken 191.014 Kırım Türkünün sürgün edildiği gibi bir durum ortaya çıkmaktadır, ki bu sayının gerçekleri ne ölçüde yansıttığı ihtilaf konusudur.
Diğer taraftan, Nazi Almanyası da zoraki işçi (Ostarbeiter) olarak binlerce insanı Almanya ve Avusturya'ya getirerek çok zor koşullarda çalıştırmıştır.
Günümüzde sadece Almanya'da savaş sonrası esir ve ostarbeiter olarak getirilen ailelerin yaşayan fertleri de büyük bir yekun tutmaktadır.
Diğer taraftan sürgün edildikleri bölgelerden vatanlarına dönemeyenlerin sayıları halen büyük rakamlarla ifade edilmektedir.
Günümüzde Özbekistan'dan Kırım'a dönemeyen tatar sayısı 200 bindir. Halen sürgün sonrası bölünen ve birbirine kavuşamayan aileler sorunu da büyük bir sayı oluşturmaktadır.
Sürgün edilen bu toplulukların mensupları halen Sürgünlerin acısını her yönüyle yaşamaktadırlar
Unutulmamalı ki; Kırım Tatarları ile birlikte sürgüne gönderilen tüm toplulukların sürgün kararı olarak gösterilen gerekçe hep aynıdır. Almanlarla işbirliği yapmak veya onlara karşı gerektiği gibi mukavemet etmemek.
Sürgün olayları sırasında resmen soykırım tarifine uyan uygulamalar yapıldığı halde tarihin daha eski dönemlerinde yapıldığı iddia edilen sürgünler parlamentolara taşınırken bu halklara uygulanan soykırımların hatırlanmamak istenmesi insanlık ayıbıdır.
En azından bu insanlardan sürgüne sebeb olan ülkelerin politikacıları ve parlamentoları insanlık önünde özür dilemelidirler.
Milletlerinin sebeb oldukları zararların telafisi yönünde çaba göstermelidirler.
Batı Avrupa kırım Türkleri Kültür ve Dayanışma Merkezi olarak 18 mayıs 1944'te vatanlarından sürülen halkımızın ve diğer toplulukların meselelerini Avrupa ülkelerinin Parlamentoları, resmi kuruluşları, politikacıları ve basın kuruluşları nezdinde dile getirip haklarını arayacağımızı Kamuoyuna duyururuz.

5 Mayıs 2012 Cumartesi

Selam Olsun İşçi Sınıfına...


Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar misali, Marksizm de doğduğu tarihten günümüze dek burjuva ideolojisinin çeşitli saldırılarına hedef oldu. Kaba saldırıların başarısız olduğu noktalarda, burjuva ideologlar Marksizme yönelik ataklarını bilimsel görünümlü soslara bulayarak akılları çelmeye çalıştılar. Bu bağlamda dikkat çeken örneklerden biri de, Marksizmin tanımladığı işçi sınıfının kapitalist gelişme neticesinde ortadan kalkmakta olduğu iddiasıydı. Bu tarz fikirler aslında uzun yıllardan bu yana çeşitli kereler yeniymiş gibi piyasaya sürülüp duruldu. Ve her seferinde de –özellikle yenilgi ya da gericilik dönemlerinde– sol kesimlere musallat olan inkârcılık, döneklik, hafıza kaybı gibi olgulardan beslendi.
İşçi sınıfının yok olduğu iddiaları 1980’lerde de Andre Gorz’un “Elveda Proletarya” adlı kitabı vesilesiyle gündeme getirilmişti. Bu ve benzeri kitaplar bilimsel açıdan bir değer taşımasalar da, işçi sınıfının nesnel ve öznel varlığını inkâr etmeye yönelik sinsi ideolojik kampanyalara temel oluşturdular. Oysa kapitalizmin gerçekleri, Gorz gibilerin iddialarının tam tersine, işçi sınıfının geçirdiği iç değişime rağmen büyümekte olduğunu kanıtlıyordu. Bu nesnel hakikatin yanı sıra, tarih bize işçi sınıfı hareketindeki gerilemenin de geçici olduğunu öğretmişti. Kısacası, kendi ikircikli sınıfsal tutumları ve entelektüel hoppalıkları nedeniyle aslında işçi sınıfından da, onun devrimci misyonundan da ve disiplininden de hazzetmeyen aydınların “elveda proletarya” diyerek oluşturdukları düşünsel fanteziler koca bir vehimden ibaretti.
Bu noktada sözü fazlaca uzatmaya gerek yok. Çünkü 6 yıl önce okurla buluşan Büyüyen İşçi Sınıfı kitabımız, proletaryaya veda mesajlarıyla sınıf mücadelesinin katı gerçeklerinden kaçmaya çalışanlara gereken yanıtı vermiş bulunuyor. Ayrıca ve daha önemlisi, ilerleyen yıllar içinde kapitalist işleyişin gözler önüne serdiği olgular, işçisiz ve ebedi bir kapitalizm anlamına gelecek düşüncelerin sahteliğini ve kofluğunu kanıtlıyor. Dahası, dünya işçi hareketinde bir dönem burjuvaziyi zafer sarhoşluğuna sürükleyen koşullar değişikliğe uğruyor. Kapitalizm burjuva cepheyi peşpeşe düş kırıklıklarına sürükleyen derin bir sistem krizi içinde kıvranırken, dünya proletaryası kızıl bir yeniden uyanışın eşiğinde olduğunun işaretlerini veriyor.
Büyüyen İşçi Sınıfı kitabımızda burjuvazinin yalan balonunun yazgısı hakkında yazdıklarımız gerçekleşmiştir. Şöyle diyorduk: “Bu balon, içten içe mayalanan bir ekonomik ve siyasal krizin su yüzüne çıkıp zehirli iğnesiyle kendini patlatıvereceği günleri beklemeye yazgılıdır. Sonunda bu balon patlayacaktır. Kapitalist ekonominin yükseliş kaydettiği bir dönem boyunca, kendi sistemine güven tazeleyen burjuvazinin görmezden gelmeye, yok saymaya çalıştığı işçi sınıfı, şimdi çeşitli ülkelerde tekrar yavaş yavaş atağa geçmeye hazırlanan hareketiyle dünyaya şöyle sesleniyor: Son gülen, iyi güler!”
“Yepyeni dönem” yalanı
1980’lerde sermayenin dünya ölçeğindeki neo-liberal saldırısına muazzam bir ideolojik saldırı kampanyası eşlik etmişti. Teknolojik atılımın ve bilimde kaydedilen ilerlemelerin yerleşik gerçekleri tamamen değişikliğe uğrattığı ve kapitalizmin artık yepyeni bir döneme girdiği söyleniyordu. Burjuva ideologlara ve onların peşinden sürüklenenlere bakılacak olursa, bir zamanlar Marksizmin açıklığa kavuşturduğu kapitalist toplum gerçeği değişikliğe uğramakta ve yerini “bilgi toplumu”na terk etmekteydi. İşletmelerde son derece hızlı dönüşüm ve değişimlerin yaşandığı, artık iş düzeninin de asla eskisi gibi olmayacağı iddia ediliyordu.
Teknolojik gelişmeyle birlikte iş dünyasının giderek Avrupa’daki “sosyal devlet” uygulamalarına uyum sağlayacağı, çalışma saatlerinin kısalacağı, tatillerin uzayacağı yolunda işçiler arasında iyimser beklentiler yaratılmıştı. Devrimci Marksistler içinse, kapitalistlerin hizmetindeki teknolojik yeniliklerin işçi sınıfının çalışma koşullarını umulduğu gibi iyileştirmeyeceği son derece açıktı. Onlar, elektronik alanında kaydedilen devrim niteliğindeki ilerlemelerin burjuvazi tarafından işçi sınıfı aleyhine kullanılacağını açıklamaktan geri durmadılar. Artan iletişim olanaklarının işletmelerin küçültülmesine, taşeronlaştırmaya, esnek çalıştırmaya ve dolayısıyla sendikasızlaştırmaya yol açacağı uyarısında bulunmayı sürdürdüler. O günden bugünlere ilerleyen süreç bu uyarıların ne denli doğru olduğunu gözler önüne seriyor. Sermayenin günümüzde daha da yoğunlaşan neo-liberal saldırıları işçilerin iş ve yaşam koşullarını alabildiğine kötüleştirmiş bulunuyor.
80’lerde ve 90’larda pek revaçta olan “yepyeni bir dönem” masallarına eşlik eden argümanlardan biri de zamanla canlı işçilerin yerini robot-işçilerin alacağı şeklindeydi. Burjuva düzen yanlısı yazarlar bu tür mevzuları, gelecekte insanlığı işçisiz ve bunalımsız bir kapitalizmin beklediği yalanına sözde bilimsel bir gerekçe yaratmak için öne sürer hale gelmişlerdi. Ne var ki bu tür görüşlerin etkisini farklı çevrelerde de hissetmek mümkündü. Örneğin inkârcı ve dönek yazar-çizer taifesi, sosyalizmden umudu kestiği ölçüde teknoloji tapınmacılığına kaymıştı. Üretici güçlerdeki gelişmeye bağlı olarak işçi sınıfının iç yapısında cereyan eden kaçınılmaz değişim, bu gibi unsurlar tarafından neticede burjuvazinin işine gelecek tarzda yorumlanmaya başlanmıştı. Bunlar arasında, robotlaşma gibi teknik konulara boyundan çok büyük sosyal önemler atfetmek ve böylece işçi sınıfının devrimci misyonuna inançsızlık aşılamak moda haline gelmişti.
Sınıf mücadelesinin gelgitlerinden son tahlilde hep burjuva düzen lehine etkilenen entelektüel taifesi, işte bu türden hayhuylarla dünden bugünlere ulaştı. Ne var ki bu süre boyunca kapitalizm de boş durmadı ve “işçisiz ve bunalımsız bir kapitalizm” masallarını yerle bir edecek şekilde yol aldı. Kapitalizmin krizinin bacayı sardığı günümüz koşullarına artık o uçuk aydın masalları değil, muazzam ölçüde artan işsiz kesimleriyle birlikte devasa büyüyen ve düzen için tehlikeli hale gelen bir işçi sınıfı damgasını basıyor. Çalışma saatleri kısalmıyor, tersine günümüzde kapitalist iş süreci başı sonu belli olmayan kuralsız bir çalışma düzenine (burjuvazi buna “esnek çalışma düzeni” diyor!) dönüştürülmüş bulunuyor. Güncel kapitalizm işçiye nefes alacak vakit bırakmayan uzun ve molasız iş saatleriyle, neredeyse geçmişe bile rahmet okutuyor. Canlı işçilerin yerini robot-işçilerin alması ne kelime, kapitalistler dünya üzerinde bedavaya yakın ücretlerle çalışmaya hazır aç insan ordularını buldukça makine-yoğun iş süreçlerinden emek-yoğun iş süreçlerine tornistan ediyorlar. İşte yoksul işçi-emekçi kitlelerin penceresinden dünyaya bakıldığında, içinde yaşadığımız kapitalist dünya budur!
Robotlar artı-değer üretmez
Çok açık olan bir gerçek var. Teknoloji sınıf çelişkilerini ortadan kaldıran bir güç değildir ve kendi başına insanlığın gidişatını belirleyemez. Belirleyici olan, teknolojinin hangi egemen güçler tarafından ve hangi çıkarlar doğrultusunda kullanıldığı ve yönetildiğidir. Bu tür toplumsal yasaları doğru dürüst kavrayamadıkları için her teknolojik yeniliğin altında bir “boncuk” arayanlar robotlaşma mevzuuna da aynı mantıkla yaklaşmaktadırlar. Oysa tartışılan konunun özüne vakıf olanlar, robotlaşmanın büyük ve önemli bir bölümünün zaten uygulanmakta olan makineleşme anlamına geldiğini bilirler. Dünya üzerinde sayıları son derece az olan insansı robotlar ise, büyük şirketlerin reklâm amacıyla kullandıkları veya ev içi hizmetlerde kullanılan sınırlı örneklerden ibarettir.
Somut bir örnek vermek gerekirse, Honda firmasının reklâm amacıyla çeşitli ülkelerde gezip dolaştırdığı insansı robotu Asimo’yu hatırlayabiliriz. Firma birkaç yıl önce, adını ünlü kurgu-bilim yazarı Isaac Asimov’dan alan bu reklâm robotunu aylık yaklaşık 25 bin avrodan kiralayacağını duyurmuş ve bu konu basında 40 bin YTL maaşlı çaycıların geldiğine dair esprili yorumlara da neden olmuştu. Çeşitli şirketlerde reklâm amacıyla kullanılacak robot Asimo, misafirleri karşılayıp onlara ikramda bulunacak şekilde programlanmıştı. Makine yağını koyduğunuz sürece yorulmayacak, bilgisayar programında arıza çıkmadığı sürece itaatte kusur etmeyecek bu robot-işçi, ilk bakışta kapitalistler açısından son derece cazip bir buluş gibi görünebiliyordu.
Ne var ki, işin ekonomik boyutu esprinin bitip ciddiyetin başladığı noktaya işaret etmektedir. Robot-işçilerin üretim maliyeti milyonlarca dolarlık bütçelere denk düşüyor ve bu durum kapitalistleri Asimolardan soğutmaya yetecek katı gerçeği oluşturuyor. Ancak robot-işçinin yaygın kullanımının kapitalizmin mantığına ters olması, kapitalistlerin Asimoları reklâm amacıyla şurda-burda kullanmayacakları anlamına gelmiyor. Bunun da ötesinde, insansı robotlar anlamında olmasa bile gelişkin ve kompleks makineler anlamında “robotlar” kapitalist üretim sürecinde zaten yoğun biçimde kullanılmaktadır.
Asimolar gibi robot-işçilerin kapitalist üretim tarzı altında yaygın biçimde kullanılamayacağı ve bu tür insansı robot teknolojisinin kapitalist üretim sürecine egemen olamayacağı bellidir. Canlı işçilere üç kuruş ücret zammı yapmaktan kaçınan patronların, ayda 40 milyar maaşlı çaycı, meydancı vb. çalıştırabilecekleri düşüncesi boştur, gülünçtür. Nitekim robot-işçiler konusunda yürütülen tüm tantanaya rağmen canlı işçilerle çalışan fabrikaların yerini robot-işçilerle çalışan fabrikalar almamıştır. Denilenlerin aksine, robot-işçilerle çalıştırılan fabrikaların sayısı hiç de artmamıştır. Nihayetinde robot-işçiler konusu da sinsi emelli burjuva propagandalarından biri düzeyinde kalmış ve esasen işçi sınıfının rolünü küçümsemeye, işçileri işlerini kaybedebilecekleri düşüncesiyle terbiye etmeye hizmet etmiştir.
Kapitalizm canlı emekten sağlanan artı-değer sömürüsü sayesinde kâr düzenini sürdüren bir toplumsal sistemdir. Canlı emek, etiyle kanıyla üretim sürecine katılan işçilerdir. Robotlar ise ne kadar insansı görünüme bürünürlerse bürünsünler, sonuçta birer cansız makineden ibarettirler. En basitinden en karmaşığına tüm makineler vaktiyle canlı emek tarafından yaratılmışlardır ve değişik biçim ve işlevlerine karşılık halihazırda ölü emek demektirler. Bu gerçekler çerçevesinde, kapitalizmde işçi sınıfının yerini neden robotların alamayacağı kolayca anlaşılabilir. Çünkü üretim sürecinde robot teknolojisi kullanımının tamamen egemen olması, canlı emeğin üretim sürecinden kovulması ve bu sürecin yalnızca ölü emek sayesinde sürdürülmesi anlamına gelir. Aslında böyle bir durum, insanlığın daha önce yarattığı muazzam üretici güçler sayesinde artık çalışmadan yaşayabilme kapasitesine işaret eder. Fakat öte yandan bu, artı-değer sömürüsünün de son bulmasını ifade eder ki, böyle bir şeyin kapitalizm altında gerçekleşmesi asla mümkün değildir.
Kapitalizm değişim değerleri üretimine, genelleşmiş meta üretimine dayanır. Kapitalist gelişme süreci eski dönemlerin üreticisini (küçük meta üreticisini) üretim araçlarından kopartarak işçiye dönüştürür ve genelleşmiş meta üretiminin egemenliğini tesis eder. Metalar, içerdikleri emek miktarına göre birbirleriyle değişilirler. Sermaye, üretilen değişim değerleri kitlesinin içerdiği artı-değer miktarı büyüdüğü oranda semirip gelişir. Bu bakımdan, değişim değerleri üretimi, canlı emeğin sömürüsü ve üretim sürecine katılan canlı emekten yeni bir artı-değer kitlesinin çekilip alınması gibi olgular kapitalist üretim tarzının olmazsa olmazlarıdır. Kapitalizmde üretim sürecine ölü emeğin katılması ile canlı emeğin katılması arasında muazzam bir nitelik farkı vardır. Ölü emek artı-değer yaratmaz, artı-değerin yaratıcısı yalnız ve yalnızca canlı emektir.
Canlı emek fiilen çalıştırılan işgücünde somutlanır ve yalnızca kendisine ödenenin (ücretin) karşılığı olan bir değeri yeni ürünlere geçirmekle kalmaz, bunun ötesinde yeni bir değer de yaratır. Makineler, teçhizat gibi üretim faktörlerinde somutlanan ölü emek ise yeni değer yaratmaz; üretilen ürünlere ancak kendi toplam değerinin o üretim sürecinde kullanılan miktarını aktarabilir. O halde üretim sürecinde canlı emek kullanmadan kapitalistin esas amacına ulaşması, yani artı-değer ürettirip buna el koyması mümkün değildir. Buradan hareketle altını çizmek gerekir ki, yalnızca robot kullanımına dayanan bir kapitalizm, kapitalizmin kendini inkârı olurdu. Zaten kapitalizmin somut gerçekleri, robot-işçi kullanımı konusunda yaratılan söylencenin bir propagandadan ibaret olduğunu gözler önüne seriyor.
En başta sermayenin fiili dürtüsü, canlı işçileri gözden çıkartıp onların yerini cansız robotlarla doldurmayı engellemektedir. Zira sermaye hep kâr zarar hesabı yaparak hareket eder. Fabrika kapılarının önünde boğaz tokluğuna çalışmaya hazır ve kendisine ödenenin çok üstünde artı-değer yaratacak canlı işçilerin bekleştiği herkesin malûmudur. Hal böyleyken, sermaye bundan vazgeçip kendisine muazzam miktarlarda paraya malolan, hem de fazladan bir değer yaratmayan robot biçimindeki ölü emeğe bel bağlayacak değildir. Üretici güçlerin ulaştığı bugünkü düzeyde canlı işçi yerine robot kullanımı teknik açıdan ne denli mantıklı görünürse görünsün, kapitalizmin yasaları bu mantıkla çelişmektedir.
Yine salt teknik açıdan düşünüldüğünde, robot kullanımıyla insanları ağır işlerden tamamen kurtarmak ve muazzam bir üretim artışıyla yeryüzünde bolluk yaratmak pekâlâ mümkündür. Fakat işte bu noktada da karşımıza, kapitalist üretim ilişkilerinin üretici güçlerin insanlık yararına gelişimine ket vurması gerçeği dikilmektedir. Özetle tüm somut veriler, “işçi sınıfı öldü”, “işçilerin yerini robotlar alacak” gibi iddiaları geçersiz kılmakta ve kapitalizmin insanlığın önünde nasıl gerici bir engel haline geldiğine işaret etmektedir.
En gelişkin robotlar, insana neredeyse tıpatıp benzetilerek üretilmiş insansı-robotlar, bunların tümü ölü emeğin cisimleşmiş halleridir. Yalnızca robot teknolojisinin kullanımına dayanan bir kapitalist, ölü emeğe ödediği muazzam miktarda meblâğı üretilen ürüne geçirmeye çalışmaktan ibaret kârsız bir işle yetinmiş olur. Çok açıktır ki, bir kapitalistin böyle bir işi istemesi ya da sürdürmesi tamamen akıl dışıdır. O nedenle teknoloji ne denli gelişirse gelişsin, kapitalizm devam ettiği sürece canlı emek ve yalnızca canlı emek altın yumurtlayan kaz konumuna sahip olmayı sürdürecektir. İnsansı robotların en mükemmeli bile, kapitalizmde canlı emeğin sahip olduğu sihirli güce asla ulaşamayacaktır. İşçi sınıfı kapitalizmi dünyadan silip süpürdüğünde ise, yeryüzünde ne değişim değerleri üretimi ne de artı-değer üretimi kalacaktır. İşte ancak o zaman dünya üzerindeki insanlar, daha önce üretilmiş devasa ölü emek birikimi ve yaratılan bolluk sayesinde, toplumsal üretim sürecinde canlı emeğe pek de fazla ihtiyaç duymadan keyifli bir yaşam sürdürebileceklerdir.
Yüksek teknoloji ve insansı-robotlar ancak öyle bir dünyada, insanın kendi özü ve doğayla barışık biçimde ve de eşitlik anlayışı temelinde tüm insanlığın hizmetine girebilir. Kapitalizm altında bunları düşünmek ise ya boş bir hayal ya da büyük bir kandırmacadan ibarettir. Kapitalizmin emrindeki bir teknolojinin gelişimi insan yaşamını hiç de adaletli biçimde kolaylaştırmamaktadır. Tersine, üretim araçlarının mülkiyetine sahip bir azınlığı bu teknolojinin patronu kılmakta ve yalnızca bu azınlığı teknolojik devrimlerin nimetleriyle abat etmektedir. Kapitalizm dünyanın emekçi çoğunluğu üzerine ise gelişkin teknoloji ile ölüm kusmaktadır. Sınıfsız ve sömürüsüz bir toplumda tüm insanlığın hizmetine koşacak insansı-robotlar, kapitalizm altında yoksul insanlara hükmedecek androitlere (insan kadar zeki robotlar), modern köle-başlarına dönüştürülmektedir.
İşçi sınıfı yok olmuyor, büyüyor!
Hayatta her şey karşıtıyla vardır. Sermaye ve ücretli-emek de çelişkileri içinde diyalektik bir bütündür. Sermayenin üretimi aynı zamanda ücretli-emeğin de üretimi demektir. İşçi sınıfı olmadan burjuvazi var olamaz. Kapitalizm ilerleyiş çizgisi boyunca kırı çözerek, geçmiş dönemlere özgü emekçileri proleterleştirerek, eski üretim tarzlarını-ilişkilerini tarihe gömerek ve de ulusal sınırları aşıp evrenselleşerek kapitalist bir dünya sistemi yaratmıştır. Kapitalizmin kaçınılmaz küresel gelişimi, modern toplumun iki temel sınıfını oluşturan burjuvazi ve proletaryaya da dünyasal bir karakter kazandırmıştır. Böyle bir dünyada işçi sınıfının gücünü yok saymaya, bu gücü görmezden gelmeye çalışan yaklaşımlar kendilerini beyhude yere kandırmaktadırlar. Gerçekte bugün tüm dünya nüfusu içinde ağırlığını hissettiren sınıf proletaryadır. Bu durum Marksizmin kurucularının daha yıllar öncesinden kapitalizmin genel gelişme eğilimlerini çözümleyerek işaret ettikleri temel gerçeklerden birisidir. Dünya nüfusu giderek daha büyük oranlarda proleterleşmektedir.
Bu ve benzeri gerçeklerden rahatsız olan tüm yazar-çizer ve düşünür takımı, daima, kimi gelişme eğilimlerini tersten okuyarak icat ettikleri tahrifat ve çarpıtmalarıyla ünlenirler. Burjuva ideologları ve onların etki alanına girmiş solcu dönekler taifesi de zaman içinde işçi sınıfının iç yapısında gerçekleşen değişimleri işte bu yolda kullanmışlardır. Bu nedenle, sayıları artan beyaz yakalı işçiler, devlet memuru statüsündeki kamu işçileri, makine kullanımının yoğunlaşmasıyla artan işsizler ordusu vb., bunların tümü işçi sınıfının kapsamı dışına kovalanmıştır. Maksat, “Marx yanıldı”, “işçi sınıfı aslında büyümüyor, küçülüyor” benzeri yavan iddialara bilimsel görünen birtakım gerekçeler icat edip göz boyayabilmektir.
Oysa Marx, ortaya atılan tüm bu yavan iddialarla daha yıllar öncesinden alay edercesine, kapitalist gelişmenin işçi sınıfının iç yapısında yaratacağı değişime dikkat çekmiştir. Kapitalizmin gelişmesi, işçi sınıfının içinde de sürekli bir başkalaşımın yaşandığı dinamik bir süreçtir. Teknolojik gelişme neticesinde işçi sınıfının teknik bileşiminde, yani kafa ve kol emeğinin ağırlığında ve ayrıca sınıfın iç yapılanmasında, işçilerin üretim dallarına dağılımında, vasıf düzeyi ve çeşitlerinde değişimler gerçekleşir. Kapitalist gelişme neticesinde bir yanda sermaye birikimi yoğunlaşıp merkezileşirken, diğer yanda işçi sınıfı tüm kesimleri itibarıyla değerlendirildiğinde büyümesini sürdürür.
Bütün toplumsal sınıflar gibi işçi sınıfı da kuşkusuz homojen bir sınıf değildir. İçinde zamanla nicel ve nitel açıdan değişime uğrayan farklı kesimleri barındırır. Fakat toparlayıcı biçimde en baştan belirtmek gerekirse, üretim aracı sahibi olmayan ve yaşamlarını asıl olarak işgüçlerini kapitalistlere satarak sürdürebilen ücretlilerin tümü, meslek, gelir düzeyi, üretimdeki pozisyon farklılıklarına bakmaksızın genel olarak işçi sınıfının kapsamı içindedirler. İç yapısındaki farklılaşmalara rağmen işçi sınıfının kapitalist toplum içindeki temel konumu, yani toplumsal işbölümünde ve kapitalist üretim ilişkileri içinde tuttuğu yer değişmez. Kimi eski sanayi kollarının gözden düşmesiyle buralarda çalışan işçi sayısı azalır, fakat yükselişe geçen yeni alanlarda (enerji, inşaat, ulaştırma, iletişim sanayii ve büyük işletmeler halinde örgütlenen büro işleri, hizmet sektörü gibi) istihdam edilen işçi sayısı ise artar. Genelde makineleşmenin dev boyutlara ulaşmasıyla üretim sürecinde makine kullanımı alabildiğine yoğunlaşır. Fakat bu genel gelişme eğilimine rağmen kapitalizm işçi sınıfı olmadan varlığını sürdüremez.
Üretici güçler geliştikçe, çok daha fazla ölçekte üretim daha az sayıda işçiyle yapılabilir hale gelir. Ne var ki, teknolojik değişim işçi sınıfının işli ve işsiz kesimi arasındaki verili dengeyi bozar ve sınıfın işsiz kesiminin büyümesi doğrultusunda bir eğilim yaratır. Ayrıca kapitalist işleyişteki daralmalar neticesinde de işçi sınıfının işli kesimiyle işsiz kesimi arasındaki oran, fiilen bir iş bulup çalışan işçiler aleyhine bozulur.
Kapitalist üretim sürecinin devamı için çeşitli tür ve vasıfta emeğe ihtiyaç olmakla birlikte, artı-değer üretimiüretken emeğin kullanımını zorunlu kılar. Kapitalist üretim sistemi içinde üretken emek, yalnızca kendi işgücünün değerini değil, ayrıca buna ek olarak kapitalist için doğrudan artı-değer üreten ücretli emektir. Bu artı-değerin kapitalist üretim sürecinin hangi kesiminde üretildiği, örneğin klasik sanayi kesimlerinden birinde mi yoksa modern hizmet kesimlerinden birinde mi yaratıldığı bu açıdan hiçbir fark teşkil etmez. Diğer yandan, işçi sınıfının kapsamı kuşkusuz yalnızca üretken emekle sınırlı değildir ve işçi sınıfının kapsamını bütünsel olarak kavrayabilmek için üretken olmayan emeği, yani artı-değer üretmeyen işçileri de mutlaka hesaba katmak zorunludur.
Ticaret, depolama, muhasebe vb. gibi alanlarda istihdam edilen emek artı-değer üretmediği için kapitalist açıdan üretken olmayan emektir. Fakat böyle olması, bu işçilerin sömürülmediği anlamına gelmez. Her iki işçi kategorisi açısından da ortada bir sömürü ve karşılığı ödenmeyen emek vardır. Yine de üretken olan ve üretken olmayan emek arasında ayrım yapmak gereklidir. Üretken emek kapsamına giren işçilerin karşılığı ödenmeyen emek zamanı artı-değer üretir ve bu işçilerin patronlarının artı-değere doğrudan doğruya el koymalarını sağlar. Üretken olmayan emek kapsamındaki işçilerin karşılığı ödenmeyen emek zamanı ise, bu işçilerin patronlarının üretken işçilerin üretmiş olduğu artı-değerin bir kısmına el koymalarını sağlar.
Üretim sürecinde gerçekleşen teknolojik yenilikler, işçi sınıfı içinde kafa ve kol emeği arasındaki farklılıkları silikleştirme eğilimindedir. Kapitalizmin gelişmesi, üretim sürecinde kol emeğinin önemini azaltıp kafa emeğinin önemini artırma eğilimi sergiler. Unutmamak gerekir ki, aslında teknolojinin gelişebilmesi ve üretim sürecinde kol emeğinin yoğunluğunu düşüren makinelerin bulunup uygulamaya sokulması, bilimsel buluşlar vb., bunların hepsi toplumsal emeğin ürünüdürler. Ancak kapitalizm işçinin emeğinin ürününü sermayeye dönüştürür. Ve toplumsal emeğin güçleri de işçilerin karşısına, onlara yabancı bir güç, sermayenin biçimleri olarak dikilirler. Bu ve benzeri durumlar kapitalist işleyişin yarattığı derin yanılsamaların kaynağıdır. Bu yanılsamalar konusunda çarpıcı bir örnek vermek gerekirse, üretim sürecinde gittikçe daha yoğun biçimde kullanılan kafa emeğinin konumunu hatırlatabiliriz. İşin gerçeğinde işçi sınıfının bir bileşeni olan bu kafa emeği, işçiler tarafından sermayenin bir gücü gibi algılanmaktadır.
Kapitalizm genelde bilimi de sermayenin emrindeki üretici güce dönüştürmüştür. Günümüzde sınıflar üstü, tarafsız bilim diye bir şey yoktur. Açıktır ki, bilim işçinin karşısına sermaye olarak dikilmektedir. Bu bakımdan burjuvazi ile proletarya arasındaki ayrımın ve çelişkinin azaldığını iddia eden tüm bilimsel cilâlı tezler (post-modern toplum, endüstriyel toplum, bilgi toplumu vb.) son tahlilde sermayeye hizmet etmektedirler. Teknoloji ve bilim üzerindeki sermaye egemenliğini sorgulamadan bilim ve teknolojiye tapınan okumuşlar, aptallıklarının yanı sıra bir de iflah olmaz düzen yanlısı konumlarını sergilemektedirler.
Kapitalist gelişme, belirli bir toplumsal üretim miktarı için gereken toplumsal emek zamanını azaltmaktadır. Bunun yanı sıra, farklı emek türleri kolektif üretici niteliğinde birleşmekte ve toplumsal ihtiyaçların çok daha kısa çalışma saatleri içinde kolektif biçimde karşılanması olanaklı hale gelmektedir. Fakat bu “olanak” kapitalist üretimin sınırlayıcı doğasının diktiği duvarlara toslayarak yamulmaktadır. Bu nedenle küresel kapitalizm, en yeni tekniklerle neredeyse bedava işgücünün kullanıldığı en ilkel üretim yöntemlerinin yan yana barınabildiği bir tarihsel garabete dönüşmüştür. Emekçi kitlelerin yaşadığı gerçeklerle teknik olanaklar arasındaki açlık ve tokluk uçurumu alabildiğine büyümüştür.
Kapitalist sistemin günümüzdeki bu çarpıcı gerçekliği akla yıllar önce en güzel biçimde ifade edilmiş bir hakikati getiriyor. Marx’ın yıllar önce dediği gibi, emek zenginler için harikalar üretirken, işçiler için yalnızca yoksulluk ve yoksunluk üretiyor. Kapitalizm emeğin yerine makineleri geçirirken, işçilerin bir bölümünü de barbarca bir çalışma düzeni içine atıyor. Fazla söze ne hacet! Kapitalizm altında işçi günümüzde de ücretli köle olmayı sürdürüyor ve tıpkı kendinden önceki işçi kuşakları gibi, zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi bulunmuyor.
Kâr oranları düşüyor
Kapitalist üretim süreci belirli zaman aralıklarıyla birbirini takip eden döngüler temelinde yol alır. Kapitalist ekonomi bu temelde bir kriz dönemini atlatarak yeni bir genişleme dönemine ulaşır. Kapitalist sanayi döngüsünün kriz evresinden yeni bir yükseliş evresine geçiş, teknolojik yenilenme ve emeğin üretkenliğini arttıran yöntemlerin uygulamaya konması sayesinde mümkün olabilmektedir. Kendi aralarındaki rekabet, kapitalistleri, emeğin üretkenliğini artırıp üretim maliyetlerini düşürecek yöntemleri bulup uygulamaya sevk etmektedir. Bunun anlamı, daha kısa zamanda daha az işgücü kullanımıyla daha çok meta ürettirmektir.
Kapitalistler el koyacakları artı-değer kitlesini ve dolayısıyla kârlılıklarını büyütmeye çalışırlarken, üretim sürecinin teknik niteliği ve yatırılması gerekli sermayenin iç bileşimi de değişime uğrar. Üretim sürecinde eski dönemlerin emek-yoğun tekniklerinin kullanımı azalırken makine-yoğun tekniklerin kullanımı artar. Teknolojik ilerleme, aynı süre içinde aynı miktarda canlı emeğin giderek artan büyüklükte bir değişmeyen sermayeyi (üretim araçları, hammadde, yardımcı malzemeler, iş aletlerine tahsis edilen sermaye) işlemesini ve bunlardan artan miktarları yeni değerlere katabilmesini mümkün kılar. Fakat bunun sonucunda değişmeyen sermaye giderleri de kaçınılmaz olarak artar. Bu artan miktarın toplam sermaye içinde değişen sermayeye(işgücüne tahsis edilen sermaye) oranı ise büyür. Bu oran “sermayenin organik bileşimi” olarak adlandırılır ve zamanla yükselme eğilimi sergiler.
Kapitalist gelişmeyle birlikte eskiye oranla çok daha karmaşık makine ve teçhizatlara muazzam miktarlarda yatırım harcaması yapılmakta ve böylece hem toplam sermaye tutarı hem de sermayenin organik bileşimi yükselmektedir. Bu olgu ortalama kâr oranlarında da düşüş eğilimi yaratmaktadır. Bu noktada kâr oranı ile artı-değer oranının aynı şey olmadığını hatırlatmak yararlı olacaktır. Kâr oranı işçiden sızdırılan artı-değerin toplam sermayeye oranıdır. Oysa artı-değer oranı, işgününde işçinin kapitalist için çalıştığı bölümün (artı-emek) kendisi için çalıştığı bölüme (gerekli-emek) oranıdır. Her iki bağıntı birlikte düşünüldüğünde kapitalist işleyişin önemli bir yasası kavranabilir. Artı-değer oranı aynı kalsa ya da artsa bile, emeğin üretkenliğinin yükselmesini sağlayan makineleşme harcamaları neticede kâr oranını düşürmektedir. Ancak ortalama kâr oranlarının düşme eğilimi yasası, sürekli olarak mutlak düşüşlerin yaşanmasını anlatmaz. Bu yasa, düşüş yönünde tarihsel bir eğilimin işlediğini ifade eder.
Kâr oranlarındaki düşüş eğilimi, kapitalist sistem krizlerinin ortaya çıkışında da merkezi bir öneme sahiptir. İşçi daha üretken hale geldiğinde ve daha çok sömürüldüğünde kâr oranları yükselmemekte, aksine düşüş eğilimi göstermektedir. Bu durum kapitalizmin açmazlarına, örneğin robotlaşmadaki sınırlara da işaret eder. Öte yandan, kâr oranı kapitalist üretimin itici gücüdür ve metalar kapitalistler için kârlı oldukları sürece üretilirler. Yeni bir üretim yöntemi ne denli üretken olursa olsun, kârlılığı düşürdüğü sürece hiçbir kapitalist tarafından gönüllü olarak uygulamaya konmaz. Üretkenlikteki gelişme, kapitalisti, bir malın üretimi için gereken toplumsal emek-zamanını azalttığı için değil, kârını yükselttiği için ilgilendirir. Kapitalistler hesaplarını soyut formüller üzerinden değil, elde ettikleri somut kâr oranı ve kâr kitlesi gibi rakamlar üzerinden yürütürler.
Yeni üretim yöntemleri kapitalistlere, ancak sermaye faktörlerinin fiyatlarını ucuzlatıp kârlılığı arttırdığı zaman cazip görünebilir. Kapitalizmin katı iç yasaları derinlemesine hesaba katıldığında, toplam sermaye içinde değişen sermaye tutarını neredeyse sıfır noktasına doğru çekip, değişmeyen sermaye tutarını ise alabildiğine artırmanın hiç de hayırlı bir sonuç doğurmayacağı açıktır. Bu bakımdan, işçi sınıfının yükünden kurtulma düşüncesiyle canlı işçi yerine robot-işçi çalıştırma fantezisinin kapitalistler açısından yağmurdan kaçarken doluya tutulmak dışında pek de bir anlamı bulunmamaktadır.
Teknolojik buluşlar bir devrim niteliğine büründüğünde dahi, bunun sermayeyi ilgilendiren tarafı, işin teknik mucize boyutu değildir. Kapitalistler daima yeni buluşların üretim sürecine uygulanmasının kârlı ve yaygın pazar alanları yaratıp yaratmadığına bakarlar. Kapitalizm tarihinin gözler önüne serdiği üzere, yeni teknolojilerin kullanıma sokulması önce belirli bir süre muazzam kârlar sağlanmasına fırsat verebilir. Fakat kullanım yaygınlaştıkça yeni teknolojiler sıradanlaşacak ve sermayenin organik bileşimi yükseldikçe de ortalama kâr oranları düşecektir. Nereden bakarsak bakalım, kapitalist sistemin içerdiği çelişkiler kapitalistlerin kaçıp kurtulamayacağı doğa yasaları gibidir. Bu sistem, kapitalistlerin doymak bilmez kâr arzusunun körüklediği aşırı üretim olgusu ile geniş kitlelerin sınırlı tüketim gücü arasındaki çelişkiyi de asla aşamaz. Böylesi eşitsiz, adaletsiz ve mantıksız bir sistemin hak ettiği son, işçi sınıfının devrimci mücadelesiyle yıkılmaktan başka bir şey olamaz.
Uyuklayan dev uyanıyor
İşçi sınıfı gerçeğinin bilimsel olarak iki farklı açıdan ele alınması gerekir. Kendiliğinden sınıf ve kendisi için sınıf olarak ifade edebileceğimiz bu iki farklı pozisyon, kapitalist gelişme süreci boyunca işçi sınıfının oluşup olgunlaşma sürecinin de farklı uğraklarıdır. Birincisi sınıfın nesnel varlığına işaret ederken, ikincisi sınıfın bilinç ve örgütlülük düzeyini dile getiren öznel sınıf konumunu anlatır. Kapitalist gelişme süreci aynı zamanda işçi sınıfının nesnel bir varlık kazanma sürecidir. Bu sürecin giderek daha çok sayıda işçiyi sermayenin sömürüsü altında bir araya getirmesiyle birlikte bir öznel sınıf pozisyonu da gelişmeye başlar. İşçiler arasında kaçınılmaz olarak birleşme ve mücadele etme çabaları filizlenir. İktisadi talepleri çerçevesinde patronlara karşı örgütlenmeye geçen işçiler arasında ilksel sınıf bilincinin kıvılcımları çakar. İşçi sendikalarında birleşen işçiler, sömüren ve sömürülen arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın bilincine varmaya başlarlar.
İşçi sınıfının kapitalizme karşı devrimci bir mücadele yürütebilmesi için bu bilinç ve örgütlülük eşiğinin aşılması zorunludur. Devrimci işçi sınıfı, devrimci siyasal bilinçle donanan ve bu temelde örgütlenen işçilerin oluşturduğu bir toplumsal-siyasal varlıktır. Kapitalizme karşı sınıfsız ve sömürüsüz bir toplumu, yani sosyalizmi amaçlayan bir mücadeleden söz edebilmek için öncü işçilerin devrimci siyasal bilinç ve örgütlülük düzeyine yükselmiş olmaları gerekir. İşte Marksizmin dünyayı değiştirme bağlamında asıl üzerinde yoğunlaştığı sorunlar da zaten sınıfın bu öznel konumuna ilişkindir.
Sınıfın öznel konumundaki gerileme koşullarını, işçi sınıfının varlığını ve tarihsel rolünü reddetmek için bahane olarak kullanan inkârcı ve dönek zihniyet hep var olmuştur. Bu tür bir zihniyeti temsil eden siyasal çevreler, Marksizme kara çalabilmek gayesiyle sınıfın öznel konumundaki gerilemeyi her daim abartıp mutlaklaştırırlar. Bunlara göre, hemen şimdi gücünü kanıtlayan bir proletarya hareketi yoksa, proletaryanın devrimci potansiyeline bel bağlamak ve bu potansiyelin harekete geçebilmesi için çaba sarf etmek de beyhude bir uğraştır. Oysa nesnel ve öznel sınıf konumları arasında diyalektik bir ilişki olmakla birlikte, öznel konumdaki dönemsel gerilemeler sınıfın nesnel varlığını ortadan kaldırmaz ve onun devrimci potansiyelini yok etmez. Fakat sınıf mücadelesi sürecinde işçiler aleyhine gerçekleşen tarihsel olaylar, dünya proletaryasını, tekrar anlamlı bir uyanışın olacağı bir tarihsel dönemece dek derin bir kış uykusuna yatırabilir. Nitekim uzun bir dönem boyunca olmuş olan da işte budur.
Ezilen, sömürülen ve baskı altında tutulan sınıfları yönetebilmek için egemen sınıflar her devirde yalan üretimine ihtiyaç duymuş ve bu nedenle devletlerini ideolojik aygıtlarla donatmışlardır. Kapitalizmin tarihi incelendiğinde de açıkça görülecektir ki, burjuva ideolojisinin işçi sınıfına karşı ileri sürdüğü argümanlar kafaları karıştırmak ve işçileri mücadele yolundan döndürmek için üretilen yalanlardan ibarettir. Teknoloji gelişip bilimde ilerlemeler kaydedildikçe bu yalanlar bilimsel ambalajlara sarılsa da işin özü değişmez. Ne var ki, bu yalanlar ne denli ustaca imal edilmiş olurlarsa olsunlar kapitalizmin derin krizlere sürüklendiği dönemlerde gerçeklerin duvarına toslayıp parçalanmaya yazgılıdırlar.
İşte kapitalist sistemin özellikle 80’lerden günümüze, yeni teknolojilerin genç kuşaklarda yarattığı illüzyonlar eşliğinde piyasaya sürdüğü yalanların başına gelenler de bu dediklerimizi çarpıcı biçimde somutluyor. Okuyan gençlik ve kentlerin genç işçi kuşakları yalanlarla avlanıp kapitalizme bağlanmak istense de, aslında yalan imparatorluğunun parlak çağı pek de uzun sürmedi. Kapitalizmin sistem krizi, son dönemde burjuvaziyi bile korkulara gark ederek, dünyadaki siyasal atmosferi ve sınıfların ruh halini değişikliğe uğratıyor. Eski dönemlerin korkunç kırım ve kıtlık dönemlerini çağrıştırırcasına eğitimsizliğe ve sefalete mahkûm edilmiş bir açlar ordusu, kapitalizmin yalanlarını tuzla buz edercesine dört nala ilerliyor.
Yok olduğu söylenen işçi sınıfı, kapitalizmin ilkel birikim dönemine benzer çalışma koşullarına geri döndürülen bölükleri ve işsizlik girdabına sürüklenen yedek sanayi ordularıyla modern çağların kentlerini devasa varoşlara dönüştürüp kuşatıyor. Proletarya, kendisini tarihten silmeye ve külliyen yok saymaya çalışanlara inat, “ben buradayım” diye dikilip haykırıyor. Uzun bir süredir uyuklayan dev, genel bir uyanış ve silkiniş çabası içinde olduğunu dosta düşmana göstermeye başlıyor. Önümüzdeki 1 Mayıs günü de dünyanın dört bir yanında işçiler kızıl bayrakları ve savaşsız, sömürüsüz bir dünya istemini dile getiren pankartlarıyla; birlik, mücadele ve dayanışma istemini dile getiren sloganlarıyla alanları doldurdu. Selam olsun dünya işçi sınıfına! Selam olsun yaratana! Tohumların tohumuna, serpilip gelişene selam!

4 Mayıs 2012 Cuma

Kukla iktidarlar ve Mehmetçik


“23 sentlik asker, Mister Dalles,

Sizden saklamak olmaz,

Hayat pahalı bizim memlekette.

Mesela 200 gram et alabilirsiniz,

Koyun eti, Ankara’da 23 sente,

Yahut 2 kilo kuru soğan,

Elli santim “kefen bezi” yahut ,

Yahut da bir aylığına

20 yaşlarında bir tane insan...”


Nazım Hikmet, “23 Sentlik Asker” adlı bu şiirini 1953 yılında yazmıştı. Şiirini ise 1950 yılında Kore’ye gönderilen Türk askerleri için yazmış.


İşbaşında cumhuriyet devrimleri karşıtı ilk hükümet olan Menderes Hükümeti vardı o zaman.Menderes iktidar olur olmaz, Türk askerinin başına ilk gelen, dünyanın taaa bir ucunda Amerika için savaşmak olmuştu.


O dönemde Amerikalı bir yetkili olan Dalles, "Türk askerinin kendilerine 23 cente mal olduğunu" söylemiş. Nazım da oturup bu şiiri yazmış...

2003 yılındayız. Aradan tam 53 yıl geçmiş.

Tıpkı kendilerinin Menderes’in misyonunu sürdürdüğünü de iddia eden daha önceki iktidarlar(Demirel, Özal ve Çiller) gibi AKP Hükümeti de işbaşına gelir gelmez, Türk askerinin başına da yine aynı şey geliyor.

Hükümetin adı değişik sadece. Ama zihniyet aynı.

Bu yüzden Türk askerinin başına gelen şey de aynı.

Türk askeri yine Amerika için ölecek.

AKP’nin 8,5 milyar dolarlık bir anlaşma imzalamasıyla...

Halkımız pek çok açılımını yaptı bugüne dek AKP'nin. Çoğunluk AKP'nin açılımını Aldatma ve Kandırma Partisi olarak yapıyor. Bendenizse, naçizane, literatürünüze bir açılım daha eklemek istiyorum. Dağarcığınızın bir yerinde bulunsun, belki bir gün size de gerekebilir:

AKP = Amerika'nın Kukla Partisi.

Daha 3 Kasım 2002 seçimleri öncesinde, AKP tarafından ABD'ye Irak altın tepside sunuldu, iktidar olabilme karşılığında. Sonrasında da AKP işbaşına gelir gelmez, ABD'nin Irak'ı işgal planı gerçekleşti. Tüm hesap ve planlar, AKP'nin iktidar olmasına göre şekillenmişti. Sonrasında da Irak'a Türk askerinin gönderilmesi hesapları yapılmaya başlandı. Ama teskere konusunda kamuoyunun ve muhalefetin tepkisi, AKP'yi köşeye sıkıştırdı, teskere TBMM'den geçirilemeyince AKP de ABD'ye verdiği sözü yerine getirememiş oldu. Abdullah Gül başkanlığındaki AKP Hükümeti'nin ABD gözündeki ilk kötü puanı oldu bu. ABD de öfkesini Türk askerinin başına çuval geçirerek gösterdi. Ne de olsa ABD için 23 sentlik bir askerdi bizim Mehmetçik. Ama verilen sözün tutulması için ABD tarafından verilen bir ültümatomdu da bu. Böylece 2. AKP Hükümetisüreci başladı. Erdoğan bir formül bulunup önce milletvekili seçitirildi, ardından da başbakan koltuğuna oturtuldu. Yani Erdoğan başkanlığındaki bu 2. AKP Hükümeti, ABD için bir "teskere hükümeti"dir aslında

2006 yılındayız.

Bu kez Türk askerinin dünyanın kanayan kazanı Lübnan'a gönderilmesi kararı çıkarıyor Erdoğanbaşbakanlığındaki AKP Hükümeti. Öyle ya, Erdoğan'a göre "asker ocağı yan gelip yatma yeri değil"miş (!) Böylece AKP, ABD'ye bir iade-i jest yapmış olacak, "Irak için olmadı, ama bir Lübnan teskeresi verebildik..." diye. Irak'a asker gönderilmesi için AKP Genel Başkanı olarak Erdoğan 8,5 milyon dolarlık bir pazarlık yapmıştı ya, hani Bush'un "at pazarlığı yapıyorsunuz"dediği konu. Dolayısıyla bu pazarlık, son Lübnan kararıyla bir de esnaf pazarlığına döndü,"ayakkabı uyduramadık, bir terlik bari verelim" gibi...
Bu kez 23 cent değil ama bizim askerin bedeli.
Hem o kadar uzağa, hem o zamanki kadar ucuza gitmiyor. Yapılan at pazarlığına göre, bu kez hemen yanıbaşındaki komşu toprağına giriyor, Amerika’nin fedaisi, ya da Amerikancası“bodyguard” olarak... Hem de tanesi tam 100 dolara filan gelecek...
Bu yüzden, yağlı bir anlaşma yaptık diye, AKP Hükümeti el ovuşturmakta...
Evet, AKP’nin hesabına göre, bu kez daha pahalıya geliyor bir Türk askerinin fiyatı.
Tanesi 100 dolar... Al, alabildiğin kadar... Asker ocağında yan gelip yatmak olur mu?

Kurtuluş Savaşımızda, açlık ve sefaletle boğuştuğu halde dünyanın en büyük ve güçlü devletlerini bozguna uğratan, 23 sent ya da 100 dolar için değil, kendi ülkesi ve halkının özgür ve bağımsız olması için canını feda eden Mehmetçik, Menderes Hükümeti'nden itibaren işbaşına gelen tüm işbirlikçi hükümetler döneminde artık kendi ülkesi ve halkının değil, emperyalist ülkelerin çıkarları için ölüme gönderilir oldu. Yani "kukla hükümetler", Mehmetçiği de "ABD ordusunun maşası ya da kuklası" haline getirmek istiyor.
1950’de Kore’ye 4500 Türk askeri gönderilmiş.
Bunlardan geriye dönenlerin sayısı ise, sadece 1800. Yani, 2700 Mehmetçik, Kore topraklarında Amerika için can vermiş.
Hatta, Kunuri’de bir gece içinde 1000’e yakın askerimizin de öldüğü söylenir...
Nedenini bilmedikleri bir savaşta hem de...
Hem de 23 sent için...
Şimdi ise o kadar uzağa ve o kadar ucuza gitmeyecek Türk askeri.
AKP Hükümeti tarafından Suriye'ye gönderilmek isteniyor. Siz yine de bu işe maddi açıdan değil de, kahramanlık açısından bakın isterseniz.
Ve sonra da her zaman yaptığınız gibi, şöyle deyin: “En büyük asker bizim asker...” Ama yine de... 6 ayda 400’e yakın askerini, işgalden sonraki günlerde ise yaklaşık hemen her gün 1-2 askerini kaybeden ABD için, kendi askerinden daha ucuza geliyor Türk askeri...Ünlü Stern dergisi yazıyor: "ABD, bir askeri için her ay tam 4 bin dolar harcıyor".
Yani, bizim Mehmetçik’in fiyatı, bir ABD askerinin ancak onda biri...
“23 Sentlik Asker” şirinin kalan dizelerinde de bakın nasıl diyor Nazım Hikmet:



“Dedim ya Mister Dalles,

Yani çok pahalıya mal olur size

Bu 23 sentlik asker.

Yani benim fakir, cesur, çalışkan milletim.

Her millet gibi büyük Türk milleti!”

3 Mayıs 2012 Perşembe

1965


Eskişehirspor’un kurulmasını istemeyen ve engel olmaya çalışan amatör spor kulüplerinin konuşmalarını zamanın Futbol Federasyon Başkanı rahmetli Orhan Şeref APAK duymuş ve Sayın Bolel Eskişehir’de çatlak sesler çıkıyor, ne yapacağız diye sorduğunda ; Bolel’in cevabıda : “Her şeye rağmen Eskişehirspor kurulacaktır. Her yönü ile taahhütte bulunuyorum” olmuştur.
Başkan Bolel, Yönetim Kuruluna verdiği bilgilerden sonar Eskişehir’deki gazetecilere de bir beyanatta bulunarak  Eskişehirspor’un kurulduğu müjdesini vermiştir.  Aziz Bolel’in konuşması şöyledir:
“Hepinizin bildiği gibi bir tek futbol topu, bir tek firması, hiç bir antrenör ve futbolcusu olmadan kurulması için yapılan gayretler, çalışmalar, temaslar sonucu çok şükür artık Eskişehirspor resmen kurulmuştur ”
Futbolcuların Eskişehir’im öz evlatlarından oluşmasının çok faydalı ve anlmalı olduğunu da belirten Başkan Bolel, sağ oldukça Eskişehirspor’a hizmet vermekten guru duyacağını da belirterek;
ESKİŞEHİRSPOR, ESKİŞEHİR’E
  FORMASIYLA RENK
  BAŞARILARIYLA AHENK
  ŞUTLARIYLA HAREKET
  ŞÖHRETİYLE BEREKET

Getirmiştir ve getirecektir diye kendi yazdığı şiiride okumuştur. 

 Eskişehirspor'un kuruluşundaki ilk tertip heyeti:
M.Aziz BOLEL (Tüccar)
Niyazi ÖNAL (Avukat)
İsmail ÖZDEMİR (Avukat)
Orhan GÖNÜL (Hakemler Kulüp Bşk.)
İbrahim BOZKURT (Bölge Md.)
Dinçer AKMAN (futbol ajanı)
Mustafa GERÇEKER (Beyneminel Hakem)
Adil ATALI (Milli Hakem)
Nafiz YAZICIOĞLU (Akademi Gençlik Kulübü Bşk.)
Mennen YALIM (Demirspor Yöneticisi)
Abdullah UYGUR ( Tekel Başmüdürü)
İLK YÖNETİM KURULUNU OLUŞTURAN ŞAHISLAR
1.      Başkan M.Aziz BOLEL
.    Başkan Dündür ÖZBİL
3.      Genel Sekreter Avukat İsmail ÖZDEMİR
4.      Umumi Kaptan Avukat Niyazi ONAL
5.      İdare Amiri Necmettin ELDEM
6.      Muhasip Aydın BEGİTER
7.      Veznedar Ziya ŞENER
8.      Bölge Temsilcisi Abdullah UYGUR
9.      Kulüp Doktoru Lami GÖRKER
10.  Üye Yalçın KILIÇOĞLU
11.  Üye Nazfiz YAZICIOĞLU
12.  Üye Tayip UYGUÇ
13.  Üye Mustafa DOĞRAMACI
14.  Üye Şükrü KUNTSAL
FORMA
Eskişehirspor’un kurulduğu yıl Fransa’da Normandiya bölgesinden şampiyon olan bir kulübün renkleridir kırmızı siyah. Nafiz YAZICIOĞLU Fransa şampiyonunu bir dergide görmüş ve yönetim kuruluna teklifte bulunmuştur. Bu tekliften faydanılarak Eskişehirspor’un renkleriSiyah Kırmızı  olarak kabul edilmiştir. Aziz BOLEL (ES) amblemini bizzat kendisi oluşturmuş ve bir ressama çizdirmiştir

TRANSFER EDİLEN FUTBOLCULAR
1.    Antrenör Abdullah Matay
2.      Yüksek Özbek
3.      Hakkı Aygün
4.      Doğan Atacan
5.      Orhan Aydıngör
6.      Yüksel Kutlu
7.      Mahmut Şölenişçi
8.      Ünver Şeren
9.      Öncü Bahaturoğlu
10.  Mehmet Dülger
11.  Ayhan Aşut
12.  Ahmet Çatalağaç
13.  Muzaffer Çil
14.  Metin Büyüksolak
15.  Nihat Atacan
16.  Fethi Heper
17.  Çetin İmrek
18.  Hasan Bora
19.  İsmail Arca
20.  Kamuran Yavuz
21.  Mehmet Mengü

Transfer edilen futbolcuları ve maçların tarihlerini, hangi sahada oynanacağını Aziz Bolel tek tek açıklamış;
“Bu maçlar sonucunda kümede beklediğimiz derece şampiyonluk ve birinci lige geçmektir. Eskişehirspor’un kurulmasıyla Eskişehir’e yep yeni bir  heyecan getireceğiz.” Diyerek konuşmasını sona erdirmiştir.
İLK MAÇ
İlk maç 5 Eylül 1965 günü Eskişehir Atatürk stadında Kasımpaşa ile oynanmıştır. Maç öncesi Başkan Aziz Bolel’in konuşması şöyledir.
“Çok kıymetli Eskişehirsporlular ve sporsever hemsehrilerim. Önce aramızda bulunan kıymetli misafirlerimiz Kasımpaşa kulübü idareci ve futbolcularına sizler adına ve kulübümüz adına hoş geldiniz der, kendilerini hürmetle selamlarım. 
Bugün burada Atatürk Stadında Eskişehir’in spor tarihinde ilk defa oynayacak olan Milli Lig maçı, yine Eskişehir’in öz evlatlarından kurulu, Eskişehir’in adını ve bayrağını taşıyan Eskişehirspor’un maçı olarak seyretmenin zevk ve heyecanı içinde bulunuyorsunuz. Bu tarihi günün ilk sayfalarına şanla, zaferle başlamak için elimizden gelen gayreti esirgemedik. Eskişehirspor için kasmın kapısı herzaman ardına kadar açıktır.  Parti, meslek ve düşünce ayrımları olmadan aynı nam altında ve aynı gaye ile hep birlikte Eskişehirspor’un zaferi için dua edelim. YAŞASIN ESKİŞEHİRSPOR”
Bu maç Eskişehirspor’un 2-0  galibiyeti ile sona ermiştir.
1965-66 sezonunda İkinci Lig deki ilk resmî maçında Eskişehirspor Kasımpaşa yla karşılaşıyor.
Eskişehirspor un ilk golünü Fethi Heper atıyor.
ESKİŞEHİRSPOR BİRİNCİ MİLLİ LİGDE
5 Eylül 1965 tarihinde  Eskişehir Atatürk Stadyumunda başlayan maçlar 10 ay sürmüş ve Eskişehirspor kurulduğu yıl  şampiyon olarak Birinci Milli Lige yükselmiştir. Bu başarı dünya futbol tarihinde sadece bir kez İngiltere’de olmuştur. Eskişehirspor’un bu zaferi İtalyan futbol otoriteleri tarafından inclemeye alınmıştır.
Türkiye’de, Avrupa’da ve Amerika’da bile ün yapan, destanlaşan Eskişehirspor Eskişehir’liler tarafından çoşku ile karşılanmış, sokaklar caddeler “ Ya Ya Ya Şa Şa Şa Bolel Bolel Çok Yaşa” sesleriyle inlemiştir. Binlerce tarftarEskişehirspor’un şampiyon olduğu gün Aziz Bolel’i evine kadar omuzlarında taşımıştır. Şampiyonluk mücadelesinde enbüyük engel Mersin deplasmanından dönen futbolcular. Havaalanından Şeker Fabrikasına kadar olan yolu 4-5 saatte gelebilmiştir.


BOLEL VE ESKİŞEHİRSPOR
Eskişehirspor efsanesi olarak adlandırılan ve futbol tarihinde ikinci ligden birinci lige kurulduğu yıl geçebilen İngiltere’deki bir kulüpten sonar ikinci sırayı alan Eskişehirspor’un kuruluş ve başarılarında Aziz Bolel’in ve  yönetim kurulu arkadaşlarının payları oldukça büyüktür. Aziz Bolel bu konuda şunları söylemiştir.
“Çok iyi bir yönetim ve çok iyi bir takım kadrosuyla işe başladık. Çok büyük zaferler kazandık. Bu zaferin kurmayları bizler olabiliriz. Ancak ordusu da futbol kadrosu ve çok vefakar ve kahraman olan taraftarıdır. Onun için onları bizden önce ve başta anmak kadirşinaslığın çok olgun bir örneğidir.”

ESKİŞEHİRSPOR MARŞIKırmızı şimşekler çıktı sahaya
Bütün Eskişehir kalktı ayağa
Çekilsin sert şutlar, atılsın goller
Hepimiz sizlerden zafer bekler
Es Es Es
Ki Ki Ki
Eski Eski Es
Eskişehirden geliyor bu gür ses
Eskişehirspor bizim canımız
Zaferi şanımız, rengi kanımız
Çekilsin sert şutlar, atılsın goller
Hepimiz sizlerden zafer bekler
Es Es Es
Ki Ki Ki
Eski Eski Es
Eskişehirden geliyor bu gür ses
07-12-1977
Güfte : Aziz Bolel
Beste : Hüseyin Erbay

           
BOLELİN İDARE HEYET BAŞKANI OLARAK İLK KONUŞMASI ;
Bolel konuşmasında;
Toplantının gayesine uygun olarak bu salonda bulunan tüm sporseverlerden , spora yıllarca emek vermiş olanlardan , ihtisas sahibi olmuş futbolculardan ve Eskişehir’de faaliyet gösteren amatör kulüp başkanlarından bu mevzuda neler düşündüklerini , neleri arzu ettiklerini , Eskişehirspor’un kurulması için neleri tavsiye edeceklerini , fikir ve düşüncelerini bildirmek için konuşmayı arzu edenlere teker teker söz verileceğini belirtir.

VE DEVAMLA ;
Beden Terbiyesi Kanunundan  , Cemiyetler Kanunundan , kurulması düşünülen Profesyonel  kulübün kanuni formalitelerinden açıklamalar yaparak konuşmacıların bu anlayış içinde ve yardımcı olmaları ricasında bulunur.Ve devamla ; Gençliğe bu imkanın sağlanmasının Eskişehir için her yönden büyük faydalar sağlayacağını , Eskişehir’in adını bütün dünyaya duyuracağını , ekonomik yönden büyük faydalar sağlayacağını örnekler göstererek anlatır.

İLK KONUŞMACI ; 
Milli Hakemlerimizden Adil ATALI’dır. Konuşmasında sporun önemine değinir ve kulübün kurulması gereğini uzunca açıklamalarıyla ifade eder.

İKİNCİ KONUŞMACI ;
Eskişehir’de futbolda en çok adı geçen ve attığı gollerle (BELEŞ) adı ile anılan rahmetli Tevfik ELBİR , kulübün kurulmasından daha ziyade maddiyata dayandığını , bu hususta çok tedbirli olunmasına değinir.

DİĞER KONUŞMACILAR ;
Bursa Tekel Bölge Başkanı iken Bursaspor’un kurulmasında görev aldığını ifade eden Abdullah UYGUR ise ; maddi sıkıntılar , cesaret , hasılat temini yolları , bütçe ve masraflar hakkında bilgi verir ve Bursaspor’un kurulmasından örnekler verir.

Daha sonra Cihat KIRAÇ ise , iyi temennilerde bulunarak , endişelerini dile getirir ve sistemli çalışma tavsiyelerinde bulunur.

MİLLİ HAKEM Mustafa GERÇEKER’in konuşması ;
Bu işin başarılacağına inandığını , dağınık durumda olan spor elemanlarının bir araya toplanacağını ifade eder.
İSMET ANGI’nın konuşması ;
Daha sonra söz alan Eskişehir Milletvekili İsmet ANGI , bir senedir bu mevzuda gayret sarf edildiğini , teşvik ve kolaylık temennisinde bulunarak azimkar olunmasını , işe hemen başlanıp hemen kurulmasını , seçime gidilmesini , zaferlerin sporseverlerde olacağını söyler.

AHMET SEVÜK’ün konuşması ;
O tarihte Demirspor’da yöneticilik yapan ve futbol’a büyük emekler vermiş olan Ahmet SEVÜK ise toplantıda mevcut bulunan sporseverlerin yüksek bir arzu izhar etmekte olduklarını görmekle çok mutlu olduğunu ancak , hissiyattan evvel hesap , kitap ve mantık gerektiğini , iyi hazırlık ve iyi düşündükten sonra harekete geçilmesini , büyük kulüplerin bile maddi durumlarının iyi olmadığını , ayda her futbolcu için 500-1200 liraya ihtiyaç olduğunu , müstemir bir gelire ihtiyaç bulunduğunu , bir şirket kurulmasını , sahamızın iyi olmadığını başarılar dilediğini söyler.

NECDET SÖNMEZ’in konuşması ;
Söz alan Belediye Meclis üyesi Necdet Beyde , Eskişehir’de sporun gerilemesinin üzüntü verici olduğunu , başarı temenni ettiğini , Belediye bakımından yardıma hazır olduklarını söyler.

M.AZİZ BOLEL’in kapanış konuşması ;
Oturum Başkanı M.Aziz BOLEL de , asıl arzunun (ESKİŞEHİRSPOR) kulübünü kurma ve yaşatma adı altında bir derneğin kurulması , bu derneğin imkanlarını tamamlayıp elemanları hazırladıktan sonra Federasyona baş vurarak işi daha sağlam şekilde ele almak olduğunu , birden kulüp kurulursa maazallah geri dönmenin çok feci olacağını , şayet cemiyet kurulursa cemiyetin daha uzun ömürlü olup luzumlu olan hazırlıkları daha uzun zamanda yapmanın bir sakınca olmadığını belirtir.
Daha sonra oturuma katılanlar şu kararı alırlar ;

İLK KARAR 
Bu karar göre aşağıda adları bulunan heyetin Ankara’ya gidip Federasyonla temas etmesinin ve alınacak bilgi ve cevaba göre hareket edilmesini , hemen kulüpmü kurulsun yoksa cemiyetmi kurulsun kararının sonraya bırakılması konuşularak Ankara’ya gidilmesi kararlaştırılır…

ESKİŞEHİRSPOR’un KURULMASINA İLK TERTİP HEYETİ
1-     M.Aziz BOLEL  (Tüccar)
2-     Niyazi ÖNAL (Avukat)
3-     İsmail ÖZDEMİR (Avukat)
4-     Orhan GÖNÜL (Hakemler Kulüp Bşk.)
5-     İbrahim BOZKURT (Bölge Md.)
6-     Dinçer AKMAN (futbol ajanı)
7-     Mustafa GERÇEKER (Beyneminel Hakem)
8-     Adil ATALI (Milli Hakem)
9-     Nafiz YAZICIOĞLU (Akademi Gençlik Kulübü Bşk.)
10-   Mennen YALIM (Demirspor Yöneticisi)
11-   Abdullah UYGUR ( Tekel Başmüdürü) 
Bu isimlerin tesbit ve açıklamasından sonra oturum sona erer… 

VE ESKİŞEHİR VALİSİ FEDERASYON BAŞKANLIĞINA GÖNDERDİĞİ YAZI 
Toplantının yapıldığı 17 Mayıs 1965 tarihinden 7 gün sonra , Beden Terbiyesi Bölge Başkanı Olarak ESKİŞEHİR Valisi Sayın İhsan TEKİN Beyefendi 24 Mayıs 1965 tarihli Futbol Federasyonu Başkanlığına şu Resmi yazıyı yazar…
24/05/1965- 440-5/3                                                          Eskişehir : 24 / 05 /1965

BEDEN TERBİYESİ GENEL MÜDÜRLÜĞÜ FEDERASYON BAŞKANLIĞINA 
                                                                                                     ANKARA
  Yıldan yıla büyük nüfus artışı , iktisadi , içtimai ve sosyal ilerlemelerle orta Anadolu’lunun en büyük illerinden birisi olan Eskişehir , son yıllarda açılmış bulunan İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’yle daha büyük bir şehir vasfını almış olup bu kerede Eskişehir’de kurulmasına karar verilen ve kanunlaşmak üzere bulunan üniversitenin açılmasıyla da artık İstanbul – Ankara ayarında önem taşıyacaktır.

  Eski yıllardaki vaki ricalarımız da nazara alınırsa artık Eskişehir’de Profesyonel futbol kulübünün kurulmasına bir zaruret vardır denilebilir.

  Eskişehirliler (PROFOSYONEL ESKİŞEHİRSPOR) namı altında bir futbol kulübü kurulması için karar vermiş durumdadırlar. Sayın makamınızda müsbet mütala ve cevap alındığı taktirde derhal :
1-     Bölgemizi temsil edecek kuvvette yeterli bir kulüp olması için mevcut kulüplerden istenildiği kadar eleman alınabilecektir.Mevcut kulüpler ESKİŞEHİRSPOR kulübüne iltihaka rıza göstermektedirler.Bu hususun böylece kabulünü ehemmiyetle rica ederim.
2-     Bu amacımızın tahakkuku için federasyonumuzdan sadece müsaade buyurulmasını arz ve rica ediyoruz.
Federasyondan maddi talepte bulunmayacağız.
                 Gerek maddi gerek araç gereç , otel ve lokanta bakımından hiç endişe edilmeyecek yegane şehir Eskişehirdir.
                 Bütün bu maruzatlarımızın ardında Eskişehirlilerin en gencinden  en yaşlısına kadar birer nebzede olsa PROFOSYONEL ESKİŞEHİRSPOR’un kurulması için temenni , rica ve istirhamları bulunduğunu sayın makamınıza arzetmek vazifesini ciddi olarak hissetmiş bulunuyorum.
                 En kısa zamanda müspet cevap ve yapılması icap eden hususlar için kat’i talimatınıza intizardayız.
BÖLGE BAŞKANI
ESKİŞEHİR VALİSİ
İhsan TEKİN

Okuduğunuz güzel ifadeli , anlamlı ve bir o kadar da ısrarlı mektup ile Ankara’ya Aziz BOLEL başkanlığında aşağıdaki heyet gitmiş ve böyle bir ziyaret için şöyle bir not tutulmuştur :

25 Mayıs 1965 ANKARA ZİYARETİ  
M.Aziz BOLEL , İsmail ÖZDEMİR , Nafiz YAZICIOĞLU , Niyazi ONAL , Mustafa GERÇEKER , Zeynel KARAGÖZ , Orhan GÖNÜL , Adil ATALI , Abdullah UYGUR , İbrahim BOZKURT , Dinçer AKMAN . 
           Bu heyet ilk önce Eskişehir milletvekili ve o zamana göre bakanlık görevinde bulunan Seyfi ÖZTÜRK’ü ziyaret ve sonra da Devlet Bakanı Şekip İNAL’ı ziyaret etmişlerdir. 

           Daha sonra Federasyon Başkanı Orhan Şeref APAK ziyaret edilmiş , teşebbüs hakkında bilgi verilmiş , ziyaret olumlu karşılanmış Eskişehirspor’un kurulması konusu böylece olumlu duruma gelmiştir. 
           Ankara ziyaretleri sonrasında 03/06/1965 tarihinde yani Eskişehir’de düzenlenen ilk toplantıdan yaklaşık 17 gün sonra 03 Haziran 1965 tarihinde 2. toplantıya başkanlık eden BOLEL şu veciz konuşmayı yapmıştır ; 

           Sayın sporseverler ,
           Bu gece burada yaptığımız ikinci toplantımızdır.Çok müspet bir yolun çok mes’ut neticelerine varmak için teşebbüsümüzden buyana 15 gün gibi , kısa bir müddet geçmiş olmasına rağmen başarımız arzumuzu tatmin edecek bir merhalededir.
           Mevzuumuz bu günkü dünyanın medeni aleminde en önemli bir mevkii işgal etmekte olduğundan sporun ehemmiyet ve gayeleri üzerinde durup kıymetli zamanlarınızı almaktan mümkün olduğu kadar çekineceğiz.Gayemiz her cephesiyle büyük ilerlemeler kaydeden güzel ve müstesna Eskişehir’imizin spor alanında da ileri gitmesi  , kendi kudret ve kuvvetini muhitinde , memleket sathında ve daha da geniş olarak her tarafta , büyük başarılar sağlayarak müspet olacak neticenin Eskişehir’e faydalı olacak bir hale getirilmesidir.
           Sportmen ruhlu olmanın , muhitine emsal olabilecek terbiye ve centilmenlikte olmasını , zaferin , ancak ve ancak çalışmak suretiyle kazanılabileceğini anlamış şuurlu bir insan olmanın fayda ve hasletlerini belirtmek gayemizin ulviliğine küçük bir işarettir.
           Bolel çok uzun süren konuşmasını , Hepimize yüce Allah tan başarılar dilerim, niyaz ederim. Diyerek bitirmiştir… 

           Bu faaliyet , ziyaret , yazışmalar ve birde dernek kurma sonucu Futbol Federasyonu ilk olarak Bolel’den  bir TAAHHÜTTE bulunmasını istemiştir.Bolel’de Federasyonun isteğine binaen şu taahhüt ü vermiştir…
TÜRKİYE FUTBOL FEDERASYONU BAŞKANLIĞINA
                                                                                                     ANKARA

                 Eskişehirspor profesyonel kulübünün kurulmasına müsaade edilmesi halinde federasyondan maddi yardım talebinde bulunmayacağımızı arz ve beyan ederiz.
15 Haziran 1965
Saygılarımızla

        ESKİŞEHİRSPOR PROFOSYONEL KULÜBÜNÜN KURULMA , YAŞATMA , TESİSLER YAPTIRMA VE KORUMA DERNEĞİ
                     BŞK. YARD.                                                            BAŞKAN 
              NAFİZ YAZICIOĞLU                                               M.AZİZ BOLEL       

           Kulübün kurulması ilerleyince Federasyon yine Bolel’den o zamana göre (futbolcuların maaşlarını garanti etme düşüncesiyle) 50.000- Tl. lık bir TEMİNAT MEKTUBU istemiş , bu teminatta Aziz BOLEL ve Nafiz YAZICIOĞLU tarafından Futbol Federasyonuna teslim edilmiştir

BOLEL’E GÖRE ESKİŞEHİRSPOR’UN BAŞARISI ŞÖYLE OLMUŞTUR. 
Başkan Bolel her konuşmasında :
-Bizler yönetici olarak sadece kulübün mali durumu , Federasyon ve vilayetlerle ilgili temasları  , futbolcuların her tür ihtiyaçlarını ve haklarını , sağlıklarını koruma görevindeyiz….Esas başarı futbolcularımızındır , aslanlarımızındır. – demiştir.
Bolel’e göre : 

1- ANTRENÖRÜMÜZ ABDULLAH MATAY
Takımı resmi maçlardan çok önce çalıştırmaya başlamakla , başlayan maçlar da başarılı olmayı sağlamıştır.Futbolcuların hepsini yakinen tanıdığı için ahengi , birliği sağlamıştır.Çok çalışmıştır. İyi bir (antrenör) olduğunu ispatlamıştır. 

2- KALECİ HAKKI AYGÜN
1965 yılı 2.Milli Lig kalecileri arasında en başarılısı idi. İsterse gol yemezdi. Biraz kendine has huyları vardı. Ancak moral’e çok ihtiyacı vardı.Parayı çok severdi.Şampiyonlukta büyük payı olmuştur. 

3- MAHMUT ŞÖLENİŞCİ
Takımın BEK görevini üstlenmiştir.Çok güçlü şutları vardır.Attığı şutlar karşıki kaleye kadar giderdi.Çok dikkatli idi. Kime pas vermesi gerektiğini akıllıca bilirdi.Rakip oyuncuları iri cüssesiyle durdurur , ayaklarındaki topları kapar ve kendi arkadaşlarına ulaştırır idi. 

4- ÖNCÜ BAHADIROĞLU
Kendine has bir futbol oyuncusu idi. Başarılı , ciddi ne yapacağını bilirdi. 

5- MEHMET DÜLGER
Eskişehir’de (Agop Mehmet) diye tanınan bu futbolcu , takımın kaptanı idi. Çok tecrübeli olduğunu her maçta göstermiştir. En büyük meziyeti arkadaşlarıyla iyi geçim sağlamasıdır. Sakindir , bilgilidir , başarımızda payı vardır. 

6- AYHAN ASUT
Ben kendisine – Oğlum senin ayağında top mıknatısı mı var?- derdim. Rakibinden ne yapar yapar topu alır ve onlara kaptırmazdı. Çok dikkatli idi. Sonraları 1. ligde bek oynamıştır. 

7- MUZAFFER ÇİL
(Emirdağlı) diye anılan Muzaffer  ÇİL daha çok libero oyuncusu idi. Takıma moral vermede ve arkadaşlarıyla ahenkli bir diyalog kurmada usta idi.Kendisiyle olan bir anım şöyle ;
-Baba ben mersine gidemeyeceğim karım doğum halinde dedi. Ben de kendisine – Başta sultanım olmak üzere müessesedeki 3 bayan senin hanımınla ilgilenirler üzülme dedim ve oğlu olunca Mersine şu telgrafı çektim.
(Zafer ellerinden öper) Bu telgrafı alan Muzaffer Çil ogün öylesine oynamış ki , 2 / 1 lik galibiyette payı olmuştur. 

8- NİHAT ATACAN
Demirspor’dan transfer ettiğimiz Nihat Atacan o zamanlarda (gol makinesi) diye anılırdı. Çok çalışkandı , topa nasıl vurulacağını bilir ve heyecana kapılmadan şunu atar ve golü yapardı.
Onla bir anım var şöyle :
(Son maçtan bir evvelki maç olan ve 1 / 0 kazandığımız ALTINORDU maçının golünü o atmıştır.Maç sonrası kendini kucaklamak istedim. O’nun teri benim ceketimden , gömleğimden , fanilamdan işleyip tenime kadar geçmişti…..) Çok çalışırdı , sahanın her yerinde olurdu. Çok büyük pay sahibidir.. 

9-FETHİ HEPER
Daha önce öğrencisi olduğu Anadolu Üniversitesi’nin (Akademi gençlikte) çok başarılı olan Fethi Heper , Eskişehirspor’un 1.Milli Lige geçmesinde çok pay sahibidir. Kendine has koşmalarıyla rakiplerini geçer , kaleciyle karşı karşıya gelir ve golü atardı. Her golünde mutlaka aklının eseri olmuştur. Şuurlu , usta ve akıllı bir futbolcu idi. Diyebilirim ki , Fethi Heper olmasa idi , biz şampiyon olamazdık. 

10- HASAN BORA
Bursaspordan transfer olmuştur. Çok akıllı bir bek idi. Kaleci kale önünde yoksa elsiz olarak kaleci görevini yapmıştır. Çok başarılı olmuştur . Hak sahiplerinden birisidir. 

11-İSMAİL ARICA 
Aslen İnegöllü olmasına rağmen Eskişehir’in öz evlatlarından sayılır. İsmail Arıca için   (Büyük futbolcu ) demek yerinde olur. Bana Ankara’dan gelenler (biz İsmail Arıcayı , Fethi Heper’i , Nihat Atacanı) seyretmeye geldik derlerdi. Bir taraftan kafası içindeki aklı ile oynarken diğer taraftan kafa vuruşlarıyla topun istikametini değiştirirdi. Kendisi için (İsmail Arıcasız Eskişehirspor olmaz) demek vicdan borcudur… 

12-KAMURAN YAVUZ
Eskişehirspor kurulmaya başlarken , Kamuran Yavuz , Milli maçlar için Avrupa’da olurdu. Çok beğenilirdi. Takımın içinde en tecrübelilerden biri idi. Federasyonca da çok sevilir ve beğenilirdi.Futbol oynama yeteneğine sahiptir.Takımın oluşmasında hakkı vardır… 
Değerli gönüldaşlar bakın Başkan Bolel İlginç bir anısını kaleme almış.. Şöyle ki ; 
Son maçtan iki evvelki maç İzmir Altınordu takımı ile idi. O takımı yenersek sonra Mersin İdman Yurdu ile averaj takımı denen Güneşspor maçları vardı.
Soyunma odasına gittim. Elimde 12 zarf vardı.Zarfların üzerine tek tek futbolcuların adını yazarak o zaman ki kırmızı renkli (BİN) liralıkları koydum ve kendilerine : İNŞALLAH MAÇYAN SONRA BUNLARI SİZE VERMEK NASİP OLUR , diye de konuştum. O zaman göre (BİN) lira büyük para idi. 12 Zarfta (12 bin Tl.) vardı ki , Nihat Atacan’ın transfer bedelinin iki buçuk mislinde idi…… Ve nihayet yendik ve zarfları futbolcularıma vermek nasip oldu. 
Ve Başkan BOLEL diyor ki – Başkanlığım zamanında bir hususu öğrendim : FUTBOLCUNUN EN BÜYÜK DESTEĞİ BAŞARISI HER ŞEYİ MORALDİR. MORAL FUTBOLCU İÇİN HER ŞEYDİR.MORALİ BOZUK FUTBOLCU OYNAYAMAZ. 


Eskişehirspor’un zaferlerine elbetteki iyi idarenin etkisi çoktur. O zamanın Milliyet gazetesindeki Baş yazar’ı şöyle demiştir ; -Eskişehirspor’un yönetim kurulu üyelerinin fotoğrafını çekip altın çerçeve ile kulübe asmalıdır… 
Bolel Yönetim Kuru Üyeleri için şu açıklamaları yapıyor: Yönetim Kurulu birbirine bağlı , birbirlerini seven insanlardan oluşmuştur. Başkan yardımcısı Dündar ÖZBİL’in , Nafiz YAZICIOĞLU’nun , Şükrü KUNTASAL’ın ve diğer arkadaşlarımın bana çok faydaları olmuştur. Çok iyi ve örnek bir yöentim kurulu idik. Parolamız :
-HER ŞEY ESKİŞEHİRSPOR İÇİNDİR! – idi.
Ve Başkan Bolel devam ediyor :

Nihayet bir dönemde 2. Milli ligden hemde şampiyon olarak 1.Milli Lige geçtik…Büyük Allah nasip etti zafere erdik.
Ben :
Biz vazifemizi yaptık , daha ehil ellere kulübü devir ve teslim edeceğiz diyerek , Eskişehir’de hiç mağlup olmadığımız için yeni başkana futbolcularımızın lisanslarını verirken :
-Sana kız oğlan kız Eskişehirspor futbolcularının lisanslarını teslim ediyorum.- dedim ve başarılar diledim…. 
İyisiyle , kötüsüyle , kusuruyla , başarısıyla ESKİŞEHİRSPOR’u 1.Milli Lige geçirdik ve görevden ayrıldık. Böylece Eskişehir’e , Eskişehirlilere bir hizmet yapmışsak ne mutlu bizlere….
Diye bitiriyor BÜYÜK BAŞKAN DR. M. AZİZ BOLEL 
Bizlerde ESKİŞEHİRSPOR’a gönül veren yürekler , Eskişehirspor’un kurulmasında , kurum olarak ayağa kalkışında emeği geçen , burada ismi zikredilen / zikredilmeyen Eskişehirspor’un kurulmasında emeği geçmiş , bütün kişilerin ellerine yüreklerine sağlık diyoruz… 
Nasıl ki ; Anadolu’ya Emsal teşkil eden bir Eskişehirspor kurulmuştur , bundan sonra da inanıyoruz ki : YENİDEN BÜYÜK ESKİŞEHİRSPOR bina edilecek ve bu hareket tüm dünyaya emsal teşkil edecektir… 
YAŞASIN YENİDEN BÜYÜK ESKİŞEHİRSPOR!!!!   

CENGİZ HAN VE TÜRKLÜK


Bazı Arapperestler (Genelde bunlar Gayri-Türk'dür) Cengiz Han için olur olmadık iftiralar atarlar. Türk çocuklarına Cengiz Han'ı yanlış tanıtırlar. Hatta daha da ileri giderek Cengiz Han için Türk düşmanı derler... Cengiz Han Türk düşmanı değildir. Büyük bir imparatorluk kuran bir Türk Komutanıdır.

Ya peki Cengiz Han'ı neden Araplar ve Farslar sevmez? Neden içimizdeki devşirmeler Türk çocuklarına Cengiz Han'ı yanlış tanıtır?

Önce şunu okuyalım;

Kuteybe bin Müslim (d.y. 670-ö. 715, Fergana), Arap komutan, Afganistan ve Orta Asya'da yaptığı fetihlerle Emevi topraklarının sınırlarını genişletmiştir.
704'te Abdülmelik bin Mervan tarafından Horasan valiliğine getirilen Kuteybe, yaklaşık 50 bin kişilik bir ordunun da komutanı oldu. Kuzeye ve doğuya düzenlediği seferlerin ilkinde (705) Toharistan'a girerek başkent Belh'i ele geçirdi; teslim olmasına karşın kenti yıktırdı. Ardından o tarihte Oxus olarak bilinen Ceyhun'u (Amu Derya) aşarak Buhara (bugün Özbekistan'da) ve çevresindeki Soğdiana topraklarını fethetti (706-709); 706'da Beykend'i aldı, bu kenti de yıktırarak bütün erkeklerini öldürttü.

İlerleyişini durdurmak için Buhara hükümetince görevlendirilen Verdan Huda'yı da bozguna uğrattı. Verdan'ın ölümünden (708) sonra Buhara'yı ele geçirdi.

Daha sonra Semerkand'ı (710-712), Harezm ve başkenti Hive'yi ele geçirdi. Semerkand sogd hükümdarı Tarhan da ona boyun eğdi. Haccac'ın buyruğu üzerine, Sistan'ın Türk hükümdarı Rutbil'in üstüne yürüdü, ancak Arap egemenliğini kabul ettiremedi. Harezm hükümdarı Çiğan, kardeşi Hurrezat'a karşı ondan yardım istedi, o da Belh valisi olan kardeşi Abdurrahman'a gönderdi ve Abdurrahman, Hurrezat'ı öldürdü, Harezm'in üç büyük kentini Arap egemenliği altına aldı.

Kuteybe bin Müslim, Irak valisi Haccac'ın izniyle kuşattığı Semerkand'ı komutan Gürek'in direnmesine karşın ele geçirdi. Genel karargahını buraya taşıdıktan (714) sonra İsbicap'a geldi.
715'te Orta Asya'nın iç kesimlerine doğru ilerleyerek Fergana'yı (bugün Özbekistan ve Kırgızistan'da) Arap egemenliği altına aldı. Çin sınırına kadar ulaştığı söylenmekle birlikte bunu kanıtlayan herhangi bir belge yoktur.

Velid tarafından Horasan eyaletinin yönetimine getirildi. I. Velid'in ölümünden sonra halife olan kardeşi Süleyman bin Abdülmelik'e bağlılık yemini etmeyi reddeden Kuteybe, askerleri arasında bu nedenle çıkan ayaklanma sırasında öldürüldü.

Kuteybe'nin fethettiği toprakların çoğu yönetsel bakımdan Maveraünnehir'e (Ceyhun'un ötesindeki topraklar) bağlandı. Kuteybe'nin, ele geçirdiği bölgelerde daha çok askeri yönetimle ilgilenmesine karşın, ardılları o güne değin çoğu Budist olan bölge halklarını zorla Müslümanlastirarak Türklere büyük katliamlar yapmistir.

Kuteybe'nin fethettiği Semerkand ve Buhara zamanla İslam kültürünün en önemli kentleri ve Orta Asya halklarının eğitim merkezi durumuna geldi. Bununla birlikte, Kuteybe'nin ölümünden sonra Araplar, Maveraünnehir'de tutunamadılar.

Göktürklerin yeniden güçlendikleri dönemde Kültigin, Maveraünnehir'deki bazı yerleri Araplardan geri almayı başardı.

Cengiz Han der ki;

Ben atalarımın öcünü alıyorum!

The Damned Bizans...





The Damned United.Link falan vermeyeceğim.Zaten heryerde var film.Film Nottingham Forest efsanesini yaratan,Brian Clough isimli (mourinho x 10) karakterdeki bir teknik direktörün,kısa süren leeds united macerasını anlatıyor.Filmde teknik direktörümüzün önü leedste bir şekilde kesiliyor ve leedste başarısız olması sağlanarak yollanıyor.Daha sonra da Nottingham Forest i önce İngiltere 1. liginde ardından avrupada zirveye taşıyor.Hikaye genel olarak bu.İsmi de leeds hocanın önünü tıkadığı için leeds united a giydirmek amaçlı bir manaya geliyor.   

 Başlığımı da burdan esinlenerek bir kıyasla seçtim.Ne kadar doğru ne kadar yanlış tartışılır.Buna okuduktan sonra karar verelim.Öncelikle benim Brian Clough yerine koyduğum ana karakter klubümüzün efsane teknik direktörü Abdullah Gegiç olacak.Öncelikle efsane hakkında birkaç bilgiyle başlayalım.Abdullah Gegiç 1924 yugoslavya doğumludur.1966 Yılında Partizan Belgrad takımın CL de finale yükseltmiştir.Finalde R.Madride yenilmişlerdir.Bundan sonra Türkiye macerası başlamıştır.1967-71 yılları arasında Eskişehirspor u çalıştırmıştır.Daha sonra Türkiye de 3-4 takımı daha çalıştırmış.Ama asıl devrimi Eskişehirsporda yapmış.Lig ikinciliklerinden tutun da Cumhurbaşkanlığı kupasına kadar,avrupa da turlara kadar bir çok başarısının baş mimarıdır.Anadolu ihtilalini başlatan kişi kendisidir.Bizim EsEsli olmamızda aslında babamızdan çok hakkı vardır diyebiliriz.Kendisi futbol konusunda mükemmel bir bilgiye ve tecrübeye sahiptir.Daha sonra Türk vatandaşlığına geçip,bugün imparator(!) diye bahsedilen kurtarıcılara çok fazla rehberlik yapmıştır.Bunun en yakın ve en büyük örneği şudur.EURO 2008 den önce milli takımı birkaç kez izlemiş ve kondisyon eksikliğini görmüş.Hemen fatih terime kondisyoneri tavsiye etmiş ve belkide 90+ larda yazılan destanın mimarlarından olmuştur.Ama bunu %1 imiz bile bilmiyoruz.2. örnek ise bir röportajından.Sanırım 3-4 sene önce Türk futbolu üzerine yapılan bir röpartajda şunları söylemiş kendisi;'Artık futbolda mevkii kavramı yavaş yavaş bitiyor.Her futbolcu her mevkide oynayabilmeli.Bir defans oyuncusu ortasaha gibi oyun kurabilmeli,bir forvet oyuncusu stoper gibi takımı savunabilmeli'.Aynı zamanlarda da Alex Ferguson un şu cümlesini hatırlıyorum.'Zamanı geldi'o'shea yı ortasaha da oynattım.'Bunun adını da koetik futbol koydular spor yazarları.Oyun kurucu stoperler,teknik önliberolar şu an takımlara en çok lazım olan oyuncular.Burda Abdullah Gegiçin ne kadar bilgili ve ileri görüşlü olduğunu göstermek için yazdım.Mekanı cennet olsun.Allah rahmet eylesin.Kendisi çok disiplinli ve terbiyeli,antreman sahasını elleriyle temizleyecek kadar amatör ruhlu,ama aynı zamanda en orjinal ve çağdaş yöntemleri takımına uygulatacak kadar da profesyonel biriymiş.Sağolsun bazı derneklerimiz vefa gecelerinde onu da sürekli çağırdılar ve ne kadar sevildiğini özlendiğini gördü.Aynı zamanda stadımızda bir kapının ismi Abdullah Gegiç kapısıdır.

    

           Abdullah Gegiç hakkında bu kadar bilgiden sonra asıl anlatmak istediğim ve filmle bağdaştırdığım nokta şu.Nasıl leeds te brian clough un önü kesildiyse,Gegiç önderliğinde de ES-ES in önü o yıllarda kesilmiştir.Brian Clough daha sonra yapacağını yapmış ama asla Leedste kazanamadığı başarılar kadar kıymetli olmadığı belli.Çünkü milli takım teklifi bile gelmemiş kendisine.Onlarda leeds e geçirmiş filmde.Bende filmi izledikten sonra şunları düşündüm.Eğer o gün kendisi önderliğindeki devrim amacına ulaşabilseydi.En azından bir şampiyonluk yaşayabilseydik,bu düşüş olur muydu?Kesinlikle olmazdı.Artı o zaman yıkılabilseydi bu düzen,belki şimdi Fatih Terim gibilerinden,yancı ve alaycı istanbul medyasından,sadece 3-4 tane zenginin kucağında dönen futbol federasyonundan,oyuncak gibi kurulup düşürülen takımlardan,ligi 3 takımdan ibaret gören yayıncı kuruluşlardan,görev adamı hakemlerden çok daha uzak olacaktık.Bir futbol ülkesi olacaktık.Bir ekolümüz olacaktı.Bunu bugün çoğu aklı başında spor yazarı söylüyor.Hatta akşam gazetesi sanırım orada bir yazar; ' Önü kesilmeseydi Eskişehirspor un şu an ülkemizde bir Barcelone sisteminde ve gücünde bir futbol akademisi,en azından bir ajax bir porto olabilirdi' demişti.Biz eğer bir premier lig gibi bir lig olamadıysak,Nottengham Forrestlerin önü tıkandığı için olamadık.Bu filmi izledikten bir kez daha karar verdim ki;Kahrolsun bozuk düzen,kahrolsun bizans oyunları ve felsefesi...(Yanlış anlaşılmasın şunu da belirteyim bizans asla istanbul takımlarına hitap şekli değil bozuk düzenin bir takma ismidir.Yani coğrafi/tarihi bir terim değil,bir deyim olarak kullanılmaktadır-bizans entrikaları vs... )